Câbir İbn-i Abdullah radiya’llâhu anhümâ’dan rivâyet edildiğine göre, Resûlüllah salla’llâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işitmiştir:
- (Mescid-i Haram’a gidip) Hicir’de (Hicir, Ka’be-i Muazzama’nın Kureyş tarafından yeniden inşa ve ta’miri sırasında inşaat malzemesi yetişmediği için Beyt’in haricinde bırakılan yere denilir) ayakta durdum. Müteâkıben Allah, bana, Beyt-i Makdis ile gözümün arasındaki mesâfeyi kaldırdı da (beni sınamak için müşrikler tarafından ne soruldu ise) Mescid-i Aksâ’ya bakarak onun bütün nişânelerinden Kureyş’e haber verdim.”
Bu hadisi Buhârî İsrâ’bâbında rivâyet etmiştir. Müslim’in Ebû Hüreyre’ye dayandırılan bir rivâyetinde biraz daha vâzıh (açık) bir şekilde şöyle naklolunuyor:
- Kureyş bana seyahat ettiğim yerlerden soruyordu. Bilhassa Mescid-i Aksâ’ya dâir öyle şeyler sormuştular ki, ben İsrâ gecesi onlarla ilgilenip tesbit etmemiştim. Bu cihetle o kadar müşkül bir vaziyete düşmüştüm ki, hiçbir zaman öyle sıkılmamıştım. Bunun üzerine Allahu Teâlâ benimle Beyt-i Makdis arasında kalın bir duvar olan mesâfe’yi kaldırdı. Şimdi ben Beyt-i Makdis’i görüyordum, ne sorarlarsa muhakkak ona bakarak cevap vermiştim.
İbn-i Sa’d’ın Ümm-i Hânî’den rivâyetine göre Kureyş:
- Mescid-i Aksâ’nın kaç kapısı var? diye sormuşlardı. Halbuki, ben Kudüs Mescidinin kapılarını saymamıştım. Fakat karşımda mescid tecellî edince ona bakmaya ve kapıları birer birer saymaya başladım buyurmuştur.
Beyhakî’nin delâil’inde rivâyetinde de şu tafsilat vardır. Ebû Seleme der ki: İsrâ’vaka’sı üzerine müşrikler fitne buhranına tutularak deliler gibi Ebû Bekr’e koştular ve Resûlüllah’ın İsrâ’ya dâir verdiği haberi ona naklettiler. Ebû Bekir onlara:
- Muhammed’in salla’llâhu aleyhi ve sellem’in doğru sözlü olduğuna kanaatim vardır. Bu kanaatimi size de bildiririm! dedi. Müşrikler: Demek Muhammed’in bir gecede Mescid-i Aksâ’ya gidip sonra dönüp geldiğini sen de tasdîk mi ediyorsun? dediler. Ebû Bekir:
- Evet tasdîk ediyorum! Değil bu, bundan daha ziyâde uzaklarına da, meleklerin gökten haber verdiklerine de inanmışımdır! dedi. Bu cihetle Ebû Bekr’e, “Sıddîk” denildi.
Bu, Peygamber’imizin izhâr buyurduğu apaçık bir mu’cize’dir. Bu mu’cize’ye benzer bir kerâmet:
Haz.Ömer’in radiya’llâhu anh, Bizans’a karşı sefer eden İslâm Ordusu’nun Nihâvend’de sefer halinde iken, düşman tarafından ablukaya alınma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu bir anda, Haz.Ömer radiya’llahu anh, Efendimiz Medine’de Mescid-i Nebeviyye’de hutbe irâd etmekteydi. Tehlikeyi, İslâm Ordusunun Kumandanı olan Haz.Sâriye’ye bildirdi. Tayy-i Zaman ve Mekân ile yüzlerce kilometre mesâfe’de bulunan Sâriye’ye, “Ey Sâriye! Dağa dikkat et, Dağa dikkat et!” diye nidâ etti. Sâriye, Haz.Ömer’in nidasını duydu ve derhâl tedbir aldı. Ve orduyu çok fecî bir âkibetten kurtardı.
Ehl-i Sünnet İlm-i Kelâm kitaplarında, Kerâmet’in hakk olduğu tespiti yapıldıktan sonra, ba’zı velî’lerde zuhur eden Kerâmet’ten örnekler de verilir. Ümmet-i Muhammed’den, Kerâmeten, hava’da ilk uçan Ca’fer bin Ebû Tâlip olup bu sebeple kendisine, Ca’fer-i Tayyâr unvanı verilmiştir. Selman-ı Pâk için taşın konuşması, Ebu’d-Derdâ’nın kaşığının tesbih etmesi ve diğer sahâbî’nin de bunu duyması, Ümmeti Muhammed’den suda ilk yürüyen velî’nin Abdülvehhâb-i Şa’rânî Hazretleri olduğu rivâyeti de vardır.
Buhârî’nin İcrâe, Müzârea, Ahâdis-i Enbiyâ, Müslimi’in, Tevbe, Nesâî’nin Rikâk bahislerinde tahriç ettikleri, İbn-i Ömer radiya’llâhu anhümâ’nın rivâyet ettiği bir hadis-i Şerif’te, İsrailoğullarından üç kişinin ellerinde zuhur eden bir kerâmete işaret ediliyor. İbn-i Ömer, Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem’den rivâyet ederek diyor ki:
“Üç kişi sefere çıkmışlar. Giderken yağmura tutularak dağda bir mağara’ya sığınmışlar. Bunlar orada iken bir taş düşüp mağara’nın kapısını kapamış. Bunlar birbirlerine: Ne duruyoruz? Müddeti hayatımızda işlediğimiz en iyi hayır işleri yâd ederek Allah’a du’a edelim. Cenab-ı Hakk’ın kapıyı açması umulur, demişlerdir. Bunlardan birisi:
- Ey Allah’ım! Bilirsin ki, benim yaşlı ihtiyar anam’la babam, bir de küçük kız çocuğum vardı. Ben her gün koyunlarımla mer’âya çıkar, onları otlatır, sonra gelip sağardım. Sütü getirir, ibtidâ (ilk önce) ihtiyarlara sonra sırasıyla çocuğa, aile efradına, refîkama (eşime) içirirdim. Yalnız gecelerden bir gece bir mânî sebebiyle geç kalmıştım. Geldiğimde ebeveynimi uyumuş bulmuştum, te’essürle baş uçlarında oturdum. Uyandırmak da istemedim. Ayak ucumda da çocuğum devamlı ağlıyordu. Fakat ben bunlar içmeden çocuğa içirmeyi doğru bulmuyordum. (Aslında, çocukların nafaka hususunda ebeveyn’e tercih ve tekaddüm hakkı vardır. Bu kıssa’da çocukların nafakasının ebeveyn’den sonraya bırakılması, o devirdeki şerîat hükümlerine göredir.) İşte o gece uyurarak ben başlarında bekleyerek sabahladık.
Allah’ım! Sen pek iyi bilirsin ki, ben ebeveynim üzerinde yalnız senin rızan için bu suretle titredim. Lütfen ve keremen şu kapıyı bir parça arala da oradan gökyüzünü görelim! diye du’a etti. Bunun üzerine taş biraz oynayarak kapı biraz açılıp gökyüzü gözüktü.
Bunlar’dan bir diğeri:
Allah’ım! Sen yakından bilirsin ki; Ben, amcamın kızlarından birisini, bir erkeğin kadınları sevmesinden daha harâretli bir surette severdim. Ben ona izhar-ı Muhabbet ettikçe (sevgimi açıkladıkça) o bana: Benden bir mukabele göremezsin. Bana yüz dinâr vermedikçe, derdi. Bu parayı kazanmak için çalıştım. Nihâyet bu parayı kazandım, amcamın kızına getirdim. Nâil-i Emel olmak için hiçbir mânî kalmayınca (emelime ulaşmak için herhangi bir engel kalmayınca) bu kız bana: Ey Allah’ın kulu, Allah’tan kork! Kudreti Fâtıranın bir mührü olan bekâret, yalnız bir hakla, hakk-ı nikâh ile açılır, dedi. Ben de kalktım bırakıp çekildim. Ey Rabbim! Sen pek iyi bilirsin! Benim bi ictinabın (çekinmem? kaçınmam) yalnız senin rıza ve muhabbetini kazanmak içindir. Binâen aleyh Lütfu inâyetinle bizi buradan kurtar! dedi. Kapının üçte ikisi bunlara açıldı.
ŞİMDİ BUNLAR’DAN ÜÇÜNCÜSÜ DE:
Allah’ım! Sen her şeyi bilirsin ki, ben bir ölçek darı ile bir işçi isticâr etmiştim (ücretle işçi kiralama). Öbür işçiler ücretlerini aldıkları halde bu adam almadan bırakıp savuşmuştu. Ben mevsiminde bunun darısın ektim. Mahsulünü sattım, bedeliyle bir sığır bir de sığırtmaç aldım. (sığırtmaç, sığır güden, sığır çobanı). Bir müddet sonra da bu işçi geldi. Ve bana: Ey Abdullah, haydi benim hakkımı ver! dedi. Ben de ona: Senin hakkın şuradadır; haydi git al! diye sığırı ve çobanı gösterdim, bu senindir, dedim. Bu işçi bana: Benimle alay mı ediyorsun? diye istib’âd etti. Ben! Hayır, seninle alay etmiyorum, hakîkaten bunlar senindir, dedim, gitti, bunları alıp götürdü. Yâ Rab! Ben bu malı bu işçiye ancak rızân için verdim. Lütfunla bizi buradan halâs et! diye du’a etti. Mağaranın kapısı tamamiyle açıldı. Bu üç arkadaş mağara’dan çıktılar.
Ümmeti Muhammed’de, daha önce sebkât etmiş Peygamber’lerin ümmetlerinde kerâmet’in hakk olduğunu yukarıdaki misâllerde gördük. Fakat, Ârif-i Billâh, fena ve ekâ sırrına mazhar velî’ler kendi ellerinde kevnî kerâmet’lerin zuhurundan imtinâ ederler.
Bir gece’de maşriktan mağribe gidebilen, su üzerinde yürüyen, havada uçan bir zâttan bahsedenlere Bâyezid-i Bistâmi, “La’netli şeytan da bir gece’de maşriktan mağribe gider, balık da suda yüzer leş yiyen kargalar da havada uçarlar,” diyerek kerâmet’lerin abartılmamasını istemiştir.
Müceddid, İmam-ı Rabbânî Evladı’na: “Evlâdım, sakınınız, Kevnî kerâmetlerin peşinden koşmayınız. Uzun mesâfeleri kısa zamanda kat’etmek, suda yürümek, havada uçmak ma’rifet değildir; Şeytan ve tüm cin tâifesi Cism-i Latif oldukları için uzun mesâfeleri kısa zamanda kat’ederler, köpek balıkları okyanus’ların derinliklerinde yüzerler, leş yiyen kartallar gökyüzünün en yüksekliklerinde uçarlar. Asıl ma’rifet, ölü kalpleri diriltmek ve insanların hidayetlerine vesiyle olmaktır,”
“Şeyh uçmaz, onu mürîd uçurur,” diye çok doğru bir ata sözümüz vardır. 19.Asr’ın ikinci yarısından i’tibâren, Turuk-u Âliye’de, ana kaynakla irtibat tamâmen koptuğu için, ortaya ma’neviyat ve tasavvuf kalpazanları çıkmıştır. Bunlar arasında şeyh-pîr olarak ortalıkta dolaşanlar, aslında mübtedî sâlik bile olamazlar. Tasavvuf, Ruh-i Melekî’yi yükseltme ve nefs-i Emmâre’yi terbiye esasına dayanır. Günümüz müteşeyyihleri, Nefs-i Emmâre’nin heykelleşmiş mücessemleridir...