- Her Cum’a Gecesi Peygamber’imizle görüşüyorum, rüyam’da gördüğüm Peygamber’imiz, “falanca zâta bir tokat attı, tiwit’leri iki katına çıkarın, dedi. Falanca olimpiyatların yapıldığı stadyum’a Peygamber’imiz bizzat teşrif buyurdular!” 
“Falanca toplantımızda Peygamberimiz temessül buyurdular.” (Bizzat ruh ma’alcesed teşrif buyurdular demektir.) ve bunlara mümâsil şeyler söyleyen Zeyd, gönderildiği tam teşekküllü bir Akıl ve Ruh Hastalıkları Hastahanesi’nde muayenesi sonucu, “Aklî Melekesi Yerindedir, Cezâî Ahliyeti vardır,” diye bir rapor verilirse, hakkında o zaman hüküm verilebilir. 
Hüküm verilmeden önce de uzunca bir tahlile ihtiyaç vardır. 
Şöyle ki, 
- “Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecektir.” (Zümer 39/30) 
“Sonra şüphesiz siz de kıyâmet günü, Rabbinizin huzurunda dâvalaşacaksınız.” (Zümer 39/31) 
(Bu âyet-i Kerime’ler, kâfirlerin, Resûlüllah’ın irtihâlini temenni etmeleri üzerine nâzil olmuştur.) 
- Bu âyet-i Kerime’lerin hükmüne göre, Sevgili Peygamberimiz sallallahû aleyhi ve sellem, Kâinat şerefine yaratılmış, Ülü’l-Azm bir Nebi ve Resûl olmasına rağmen, aynı zamanda, fânî bir beşer idi. 
- “Muhammed, ancak bir Peygamber’dir. Ondan önce de Peygamber’ler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski Şirkinize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olamayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân 3/144) 
(Uhud savaşında Abdullah bin Kâime adındaki bir müşrik’in attığı taşla Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in dişi kırılmış, yüzü yaralanmıştı. Bu düşman askeri’nin, “Muhammed’i öldürdüm” dediğini duyan biri “Muhammed öldürüldü!” diye bağırmaya başlamış, bu yalan haber Müslümanlar arasında yayılmış Müslümanlar paniğe kapılmışlardı. Haz.Peygamber ise, “Buradayım! Buraya gelin!” diye nida ediyordu. 
Etrafını çevreleyen, etrafında pervâne olan yaklaşık, 30 kişilik bir sahâbî grubu, mertçe ve yiğitçe onu savundular. İşte yukarıdaki âyet, belirtilen yalan haber üzerine infiâle kapılan Müslümanları tenkid etmekte; Haz.Muhammed’in fânî, İslâm’ın ise bâkî olduğunu; bu sebeple, Muhammed ölse ya  da öldürülse dahî, Müslüman’ların bunu sükûnetle karşılayıp, dinlerinde sebât etmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır.) 
Nitekim, bir fânî ve bir beşer olarak, Sevgili Peygamber’imiz, kendisi için takdîr ve ta’yin edilen ömrünü tamamlamış, nübüvvet ve risâlet vazifesini hakkıyla yapmış, tamamlamış ve bu vazifesini hakkıyla yaptığına dâir, Allah’ı, melekleri ve ümmetinden olan mü’min insanları ve cin’leri şâhid göstererek, ebediyyete intikâl buyurmuşlardır. 
Milâdî, 632. yılında Rebîü’l-Evvel ayının on ikinci gününde, 63 yaşında Mescid-i Nebeviyye’nin bitişiğinde bulunan Haz.Âişe Annemizin hücresinde vefat etmiştir. 
Azîz, Latif, Şerif, Mücellâ, Musaffâ Ruh-u Şerif’leri, Âlây-ı İlliyîn’e, yücelerin yücesine, Mele-i Âlâ’ya yükseltilmiş, Cesed-i Mübâreke’leri yine Âişe Annemizin hücresine defnedilmiş, hâlen, Mescid-i Nebeviyye’de, Kubbe-i Hadrâ (Yeşil Kubbe)nin altında, mağara’daki sahibi ve arkadaşı, Ebû Bekr es-Sıddîk ve İkinci Halife Haz.Ömer el-Fâruk ile birlikte Kabr-i Saâdet’lerinde bulunmaktadır. 
- Aklî Melekesi ve Cezâî Ehliyyeti yerinde olan birisi, “Resûlüllah ile görüştüm, müşerref oldum,” derse sual edile! 
“Sana ruh hakkında soru sorarlar (soracaklar), De ki; Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” (İsrâ 17/85) 
(Bu âyet, insan için ruhun mahiyetini kavramanın imkânsız olduğunu ifade etmektedir. Nitekim, “Ruhun mahiyeti” problemi, asırlardır en fazla düşündüren mevzulardan birisi olmakla beraber, hâlen mes’eleye herhangi bir çözüm getirilememiştir ve öyle görünüyor ki bundan sonra da getirilemeyecektir. 
Ruh’lar, Havas-ı Hamse, (beş duyu) ve akılla idrâk olunmaz. Ruhlar âlemi, Mâverâ’dır, (his ötesi, akıl ötesi) bir keyfiyettir. Bu keyfiyete ancak, gerçek’ten Vâris-i Nebî, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmiller, Medâr Mürşid, müceddid’ler, biz’lerin aslâ keyfiyetini bilemeyeceğimiz bir şekilde vâkıf olabilirler. 
Zeyd, hiçbir zaman böyle bir iddia’da bulunmadığına, bulunsa bile, asla böyle birisi olamayacağına göre, hele hele Allah’ın Resûlünü kendi siyâsî, iktisâdi ve diğer ba’zı şen’î düşüncelerine âlet ettiği için Allah’ın Peygamber’ini rakiplerine, düşman bildiklerine karşı, bir sopa, bir koçbaşı gibi gösterdiği için Neûz-ü Billah kâfir olur. 
- Zeyd, “Resûlüllah, temessül etti, Resûlüllah, bizim stadyum’daki toplantımıza bizzat teşrif buyurdu! derse!... 
Yine derin bir tahlilden sonra hüküm vermek icap edecektir. Şöyle ki, yukarıda Meâl-i Âlisini verdiğim âyet-i Kerime hükmünce, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, ruhunu Allah’a teslim edip, her beşer gibi öldüğüne göre, Ruh-u Mübârek’leri Mele-i Âlâ’ya yükseltildikten sonra, her beşer gibi, Mübârek vücud’ları, gasledilmiş, kefenlenmiş Medine’de bulunan bütün ashab’ın iştirakiyle cenaze namazı kılınmış ve bütün sahâbî’nin gözleri önünde Makber-i Mahsusuna defnedilmiştir. Bu husus gün gibi, güneş gibi bir hakîkat mi? Öyleyse, Resûlüllah’ın, temessül etmesi, Hâşâ! Sümme Sümme Hâşâ! 
Ruh Ma’alcesed, herhangi bir yeri teşrif etmesi mümkün değildir. Aksi takdirde, Hindistan’da, kast’lar arası geçirgenliğin olmamasının normal karşılanması için, en aşağıdakileri tatmin için uydurulmuş kadîm bir Hind Felsefesi olan, re’en-karnasyon ki, insanlar öldükten sonra, ruhlarının aynı beden’de veya bir başka beden’de yeniden dünya’ya gelmeleri ve fakat bu ikinci dünya’ya gelişte fark’lı kast’lara yükselmeleri, meselâ birinci hayatında en aşağıda olan birisinin, ikinci gelişinde, Raca veya Mihrace olarak dünya’ya gelmesi gibi batıl, esas i’tibariyle, ahiret hayatını, ba’sü ba’delmevt’i, hisabı, kitabı, mükâfatı, azabı, cenneti, cehennemi inkâr zımnında oluşturulmuş bir felsefedir. 
(Kast, sosyal ayrıcalıklar bakımından yukarıdan aşağıya doğru kesin ölçülerle sınırlanmış bulunan en koyu ve katı biçimiyle Hindistan’da görünen içtimâî sınıfların her birine “Kast” denilmektedir.) 
Zeyd-i Mezbûr, Aklî Melekesi ve cezâî ehliyeti yerinde olduğu halde “Peygamber Tecessüm etti, Peygamber’imiz, şuraya, buraya, teşrif etti,” derse, berzah âlemini, kıyâmeti, ahireti, hisabı, kitabı, sıratı, cenneti, cehennemi, Cemâl-i İlâhî’yi inkâr ma’nasına gelen, re’en karnasyona inandığı için Neuz-ü Billah kâfir olur. 
- Geçen haftaki yazımı yazıp Gazete’ye gönderdiğim akşam, TV kanallarından birisinde, bir mülâkat yayınlanıyordu. 
Mülâkât yapılan zât, orta yaşlı, kısa sakallı bir zât idi. 
Söyledikleri, dehşet verici şeylerdi. Duyduklarıma inanamadım, inanmak istemedim. Çünkü konuşmacı öyle sıradan birisi değildi. Uzun yıllar ma’lûm ve mahut zâtın en yakınlarında olmuş, uzun yıllar kendisine ma’lûm zât’ın yerine geçecek bir halife-halef olarak bakılmıştır. Söyledikleri, öyle sıradan herhangi birisinin bir diğeri hakkında, hilâf-ı Hakîkat ve iftira ile söylenecek, akl-u Hayâl’in alacağı şeyler değildi. 
Ma’lûm ve Mahut zât, yakınında bulunanlar, hâşâ! Hâşâ! Sümme ve Sümme hâşâ! “Ben Allah ile konuşurum, konuşuyorum, Allah bana, “Kâinatı Kulum ve Resûlüm Muhammed’in şerefine yarattım, senin için devam ettiriyorum, buyurdu” diyormuş?... Süphâne’Allah! Fe Süphâne’allah!... 
Daha da vahimi, “ben celallandığım (öfkelendiğim) zaman, yeryüzünde fırtınalar kopar, hortum ve sel felâketleri meydana gelir,” 
Allah Allah! Süphâne’allah! Fesüphâne’Allah!... 
Allah ile konuşmak, görüşmek kesmiyor, bir de Allah’ın Kadîm sıfatlarından ba’zılarıyla kendisinin de muttasıf olduğunu iddia ediyor. 
- Pek Değerli Okuyucularımız ve internet ta’kipçilerimiz, yorumlarıyla bize katkı veren değerli Kardeşlerimiz, geçen haftaki yazımda, Merhûm, Prof.Dr.Ayhan Songar Bey’den bir anekdot nakletmiştim. Bu yazıyı lütfen geçen haftaki yazıyla birlikte değerlendiriniz. 
Elbette bütün bunlar’dan daha da vahimleri var. Bekleyiniz...