Latife’yi-şaka’yı bir tarafa bırakalım. Çünkü, küfür, kâfir ve tekfîr’in aslâ şaka götürür bir tarafı yoktur.
‘Kıyâmet Günü’nde’, “biz bundan habersizdik” demeyiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (onlar da), Evet (buna) şâhid olduk, dediler” (A’raf 7/172)
(Bu âyet-i Kerime’de geçen “kâlû belâ” ifadesi hakkında, bunun ezelde mi ana rahminde mi, yoksa büluğ çağında mı olduğu hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ancak, bu hususta en doyurucu yorum ve ma’lumat, muâsır Müferri’miz, Büyük Müfessir, Muhammed Hamdi Yazır Merhum’un tefsirindedir.
“Rabbin, Benî Âdem’den (Âdem oğullarından) şimdikilerinden tut da, nesilden nesle, Haz.Âdem’e varıncaya kadar Âdem oğullarının zürriyet sahibi olanlardan müteselsilen (zincirleme) her birinin bellerinden aldı, yedi kudretiyle ayırdı, vücuda çıkardı. Ve onları kendilerine karşı şâhid yaptı. Kendilerini duymayan o şuursuz zürriyetlere bilfiil şuurunun başlangıcını verdi. Her birini şuhud ve şehâdet fıtratını, kendi nefsine te’sir hakkı duymak ve duyurmak i’tiraf ve şehâdet etmek hilkatini, insanlık ruhunu verip hepsini vahdâniyet ve rubûbiyetine şâhid kıldı da, kılarken de – Rabbiniz değil miyim dedi- üzerinizde dilediğimi gibi tasarruf eden ve etme hakkı olan, yegâne (tek) mâlikiniz ve terbiyeciniz hâkiminiz olduğuma şâhidsiniz, şehâdet edeceksiniz değil mi? diye nefsî hitabıyla emânetini tahmil (yükleme) rubûbiyetini takrîr buyurdu. Hepsi de (belâ) Evet, Rabbimizsin, şâhidiz, diye terbiye ve emâneti kabul ve şehâdeti taahhüt ettiler. Hâsılı, henüz hiçbir şey değilken, âlem’lerin Rabbinin hükmü rubûbiyeti ve bir kanun tahtında halk-u terbiyesiyle şuursuz zerreler halinde varlık âlemine çıkarılıp bütün zevkleriyle şuurlu bir insan fıtratına girdiler ve bir insan şahsiyeti aldılar ve aslâ hiçbir muhalefette de bulunmadılar. O vakit onlar’da Küfr-ü İnad yoktu. Esâsen henüz bir başka şey (agyâr) tanımıyorlardı.
Hiçbir şey değilken bir zürriyet halinde sulb’den alınıp ana rahmine telkih (döllenme) ve toplumun içine atılan bir işhâd ve şuhud (şahid’lik ve müşahede) bir te’sir ve te’essür hasılı olan bir şuur fıtratına girip, mükemmel bir akıl ve idrak bir anlama ve anlatma, irade ve ihtiyar (seçme) hayatının inkişafına doğru giden bütün mevcudiyet ve faaliyetlerinde ancak Allah’ın emrine ve Sünnetü’llah’a, tam uyuyor ve ancak O’ndan yardım alıyor ve icabında bunu böyle söylemeyi deruhte ediyorlardı.
- Âdem’in ilk evladından i’tibaren, herkes, Rabbi’nin verdiği ve emretiği insan fıtratını vücuda, şühûda alıp kabul etmekle Rabbiyle kendisi arasında bir nev’i icab kabûl hasılı olan bir Akdi Fıtrî altına girmiş ve kendi nefsinde Rabbine şehâdet ve rubûbiyeti taahhüd etmiştir, ki, bu mukavele ve fıtrî misak (anlaşma) beşerin Mebde-i Dinisi, Mebde-i Hukûkî’si Mebde-i Medenî ve içtimâisidir.
- Pek çok müfessir burada şâhidlik alma ve mukavele temsilî bir ma’na’da’dır. Allah-u Teâlâ’nın bütün insanlar Mebde-i Fıtratlarında Tevhid ve İslâm’a delâlet için nasbedilmiş, âfâkî ve enfüsî delilleri Rubûbiyet ile istidlâl ve İslâm’a müsta’îd olarak halk etmiş olduğunun bir istiâresi temsiliyye tarikıyla genişletilmesidir.
Allah-u Teâlâ’nın beşeriyyete akıl ve basîret ihsan buyurması ve bunlar için de âfâkî ve enfüsî deliller nasbetmesi ve bu suretle onları mükemmelen donatarak kendisinin Rubûbiyyetini ma’rifete yönlendirmesi, diğer taraftan beşeriyyetin de bu maksada tam hazır olmaları, Allah- Teâlâ’nın onları emir ve hitap tarıkıyla yüksekliklere sevk, onların da tereddütsüz icabete koşmaları keyfiyetine teşbih olunarak böylece tavsir kılınmıştır.
Ancak, bu akid (sözleşme) emrî, kavlî, kelâmî mahiyette bir misâk değil, bir Kuvve-i ma’rifetin “ol” emriyle oluşu ma’nasına bir akd-i Fi’îlî demektir.
Kelâmüllah’ta bu kabil temsillerin bulunduğu müsellemdir. Âyet-i Kerime’yi böyle tefsir müfessirlerin ekserisinin anlayışlarına daha uygundur.
Bu izah’tan istifade ile, Sevgili Peygamber’imizin bir Hadis-i Şeriflerine burada yer vermekte çok büyük faydalar vardır. Resûl-i Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bir Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
- Doğan her çocuk (bu dünya’ya gelen herkes) İslâm Fıtratı üzerine doğar. Onu, (Ebeveyn’leri) Yahûdî’leştirir, Hıristiyanlaştırır veya ateşe tapan birisi haline getirirler.”
İslâm Istılahında, “Elestü Bezmi” diye kullanılan, ruhlar âlemi olarak da ifade edilen, bir nev’i kabul ve icab bu âlemin hangi noktasında vuku bulur.
Bu hususta üç kavil vardır;
1) Pek çokları, zürriyetin baba’nın sulbünde ilk oluşumda ve daha henüz, ana rahmine intikâl etmeden önce vâkî olduğuna kail olmuşlardır. Bunlar, Âyet-i Kerime’deki İşhâd ve hitabın zamanının da “Ahiz” (almak) zamanı olarak telakki etmişler ve “Ahz”in ma’nası da zürriyetin sulb’den rahime intikali değil, sulb’de vücuda “ihracı” demek olduğuna zâhib olmuşlardır. Bu meyanda, ba’zıları daha da ileri gitmiş ve demişlerdir ki, zürriyetler üzerindeki bu misâk babalarının değil, tâ Haz.Âdem’in sulbünden çıktıkları zaman yapılmıştır. Çünkü, bu ma’nada rivâyet olunmuş ba’zı hadisler vardır ki, bu hadislerden birisinin hulaseten meâli şöyledir; “Allah-u Teâlâ, Âdem aleyhisselâm’ın zahrından (sırtından) kıyâmete kadar halk edeceği zürriyeti çıkardı ve on’lara “Elestü Birabbiküm?” dedi “belâ” dediler ve o gün Kalem-i Takdir kıyamete kadar olanı yazdı bitirdi – Yâni kıyâmete kadar ne kadar insan gelecekse hepsi Âdem’in sulbünden çıkan zürriyetlerle yazılıp takdir edildi ve bundan böyle beşerde tenessül bir kanun oldu. Bütün insanlar müteselsilen ve zürriyet’lerinden gelecek onların sülalesi zürriyetlerden olacak bu sülâle haricinde Âdem’in yaratıldığı gibi başka Âdem’ler kıyamete kadar yaratılmayacak, Âdem’in sulbünden çıkan zürriyet’lerden her biri böyle kendi sülâleri olacak zürriyetleri de müteselsilen ve bilkuvve hamil olmak ve onları böyle halk ve terbiye eden hâlık (Yaradan) Teâlâ’nın hükmüne ve kanununa uygun olarak çalışıp, fî’le getirmek ve nihâyet O’nun vahdaniyet ve rubûbiyyetini i’tiraf eylemek üzere bir terbiye bir kuvve alıp kabul etmek suretiyle bir taahhüd ve mîsaka bağlanmışlardır. Bunun için ba’müfessirler âyetteki misakı da, hadis’teki misak’tan ibaret gibi telakki etmişler ve misak vakti olarak da Âdem’in sulbünde zuhur ettiği zaman olduğuna hükmetmişlerdir.
2) İbn-i Atiyye’nin beyanına göre ba’zıları da bu misak ve taahhüd’ün zamanının bülûğ zamanı olduğuna kâil olmuşlardır.  Çünkü, bir zürriyetin nefsine tamâmen şâhid’lik etmesi kendisinden zürriyet çıkmaya başladığını gördüğü bülûğ zamanında vâki olur ve ma’rifete imkân bulması tam da o vakit bulunur. Âyet-i Kerime’de ise ahiz (almak) ve işhad buyrulmuştur. Bu suretle, baliğ olmayanların henüz, taahhüdü yok demektir ve âyetten bu ma’nayı anlamak için iki vecih mümkündür. Birisi, âyetteki zamirler her ne kadar zürriyete irc’a olunmakla beraber, zürriyete veled-i Kâmil ahze de bâliğ ma’nası vermek ve bu suretle ahiz ve irşad zamanını birleştirmek veya Ahiz zamanıyla işhad zamanını ayırıp evveli misâk, ahiz vaktinden işhad vaktine kadar devam eden bir müddet zarfında başlamış ve işhad vakti olan büluğ zamanında “Belâ” taahhüdüyle tamam olmuş diye anlamak, ikincisi bu zamirleri zürriyete değil, Benî Âdem’e irc’a etmektir ki, bu takdirde, âyetin ma’nası “Beni Âdem’den her biri sulblerinden zürriyetlerinin çıkmağa başladığı ve bu suretle nefislerini duyup kendilerine karşı, kendi mahiyet ve hakîkatlarına ve Allah’ın ni’met ve terbiyesine şâhid oldukları sırada, bu büluğlarıyla “Belâ” diye Allah’ın ni’metini, terbiyesini kabûl rubûbiyyetine tam inkiyad ve Vahdaniyyet-i Rabbâniyye’yi tasdîk ile ma’rifetüllâhı ve ubûdiyyeti taahhüd ettiler. Büluğ hükmü gelince bâliğ olmayız, bu zevki duymayız, demediler demek olur. Bu güzel bir ma’nadır, fakat büluğ zamanı bu misâk’ın akd-ü taahhüd zamanı değil, vücub-u icrası zamanı olduğunu da unutmamak lâzım gelir. (Devam edecek...)