Geçen hafta bu köşe’de neşredilen, “Kıble” bahsinin zeyilidir: 

Arş-u Âlâ, Hamele-i Arş olan meleklerin kıblesidir; “Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rab’lerini hamd ile teşbih ederler, O’na iman ederler. Mü’minlerin de bağışlanmasını isterler; Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru! (derler).” (Gâfir 406).. 

Kürsî, Berere meleklerinin kıblesidir. 

Beytü’l-Ma’mûr, Sefere meleklerinin kıblesidir. 

Yeryüzündeki Ka’be-i Muazzama, mü’minlerin kıblesidir. 

Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazret’leri, zaman’dan-mekân’dan münezzeh, mütehayyirîr, (hayret mertebesine ulaşmış mü’minlerin Kıble-i Hakikî’sidir. Zirâ, Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Allahım! Senin hakkındaki hayretimi ziyâdeleştir,” diye dua’da bulunurlardı. 

“Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz, Allah’(ın rahmeti ve ni’meti) geniştir. O her şeyi bilendir.” (Bakara 2/115) 

(Allah her yerde hâzır ve nâzır olmakla birlikte, namazda kıbleye dönmek ibâdette nizam ve intizamı te’min gâyesine ma’tuftur.) 

Arş-u Âlâ nurdan, Kürsî inciden, Beytü’l-Ma’mûr, yâkut’dan, Ka’be-i Muazzama ise, Tur-u Sînâ, Zeytindağı, Cûdî Dağı, Lübnan ve Harran dağlarından getirilmiş taşlarla inşa edilmiştir. (Her kim, Ka’be-i Muazzama’ya dönerek namaz kılar, Ka’be’yi ziyaret eder, Ka’be’nin etrafında tavafta bulunur ve günahlarının afvı için tevbe ederse, yüce dağlar kadar günahları olsa bile afvolunur.) 

Resûlüllah salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimiz: 

Yahûd ve Nasârâ’ya muhalefet için uzun bir zamandan beridir, Kıble’nin Kudüs-ü Şerif’ten Ka’be-i Muazzama’ya tevcihini temenni etmekteydi. Cenab-ı Hakk, “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün semâ’ya doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun (râzî) olacağın bir kıbleye döndürüyoruz.” (Bakara 2/144) 

Bu âyeti Kerime’de ve “Pek yakında Rabb’in sana verecek de hoşnut (Râzî) olacaksın!” (el-Duhâ 93/5), âyeti Kerimesinde “Ey Muhammed! Peygamberler, velî’ler, şehid’ler ve bütün mü’minler benim rızama taliptirler. Ben, senin rızan için dünya’da kıbleyi senin isteğinle Ka’be-i Muazzama’ya çevirdim, Kıyâmet’de de senin rızan için ümmetini afvedeceğim,” buyurmuştur. 

İSLÂM TARİHİNDE İLK EZAN VE İLK MÜEZZİN: 

Ezan, sözlükte, “bildirmek, duyurmak, çağrıda bulunmak” ma’na’larında bir mastar olup, ıstılah’ta (terim olarak), farz namazlarının vaktinin geldiğini, nas’la belirlenmiş sözlerle ve husûsî şekilde mü’minlere duyurmayı ifade eder. 

Namaz, Mekke’de farz kılınmıştı. Fakat Müslüman’ların sayısı pek azdı. Ayrıca bir araya gelip cemaatle namaz kılacakları bir yerleri, mescid’leri de yoktu. Bu bakımdan namaz vakitlerini bildirmek için herhangi bir yol düşünülmemişti. Medine döneminde ise, bilhassa Mescid-i Nebî inşa edildikten sonra, zaman zaman, Müslümanlar bir araya toplanıp namaz vakitlerini gözetirlerdi. Bir süre de namaz vakitlerinde sokaklarda “namaza namaza!” diye çağrıda bulunulduysa da yeterli olmuyordu. Namaz vakitlerinin geldiğini haber vermek üzere herhangi bir işarete ihtiyaç duyulduğu aşikârdı. 

Resûlullah’ın huzurunda ashab kendi aralarında istişâre ettiler; Ba’zıları, Hıristiyanlarda olduğu gibi, nâkûs çalınması, (nâkûs, şimdiki çan yerine kullanılan üzerine bir çomakla vurularak ses çıkarılan tahta parçası), boru öttürülmesi, ateş yakılması veya bayrak dikilmesi şeklinde çeşitli teklifler getirildiyse de, nâkûs-çan, Hıristiyan’ların, boru Yahûdî’lerin, ateş Mecûsî’lerin âdeti ve işâreti olduğu için Resûlullah tarafından kabul edilmedi. Ancak, bu sırada, Ensâr’dan, Abdullah bin. Zeyd bin, Abdi Rabbih bir rüya gördü. Meşveretten, Resulullah’ın tasalı bir şekilde ayrılması dolayısiyle o da tasalı olarak ayrılmış, o gece rüyâ’sında ezanı görmüş, ferdası gün hemen Resulullah salla’llahu aleyhi ve sellem’e gelmiş: Yâ Resûlellah! Ben ne uyumuş ne uyanık bir halde iken, biri gelip bana ezanı, namaz vaktinin geldiğinin i’lâmını gösterdi,” diye haber verdi. Resûlullah, “İnşâ-Allah! Hak rü’ya’dır. Bilâl ile beraber kalk da gördüğünü ona öğret. Ezanı okusun; Çünkü sesi senden daha yüksektir” Bilâl ile beraber kalktık. Ben ona öğretmeye, o da okumaya başladık. Derken Ömer bin el-Hattâb radiya’llahu anh ezanı evinden duyunca, Ridasını sürüyerek acele etti ve: “Yâ Resûla’llâh! Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, “Onun gördüğünü ben de görmüştüm”, dedi. Resûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem de; öyle olunca Allah’a hamd-ü senâ olsun,” buyurdu. 

Aslında aynı rü’yayı Hz.Ömer bin el-Hattab radiya’llahu anh’de görmüş, rü’ya’sını nakletmek üzere Resûlullah’ın yanına geldiğinde Abdullah bin Zeyd’in rü’yasını arzettiğini görünce sükût etmişti. Bilâhere, rü’ya’sını nakletmek üzere Resûlullah’ın huzuruna geldiğinde bir de bakmış ki, Bilâl-i Habeşî radiya’llahu anh Efendimiz ezanı okuyor. 

Nebiyy-i Ekrem salla’llahu aleyhi ve sellem de kendisine: 

“Bu dediğin husus için vahiy daha evvel geldi,” buyurmuşlardır. Demek oluyor ki, ezan, yalnız rü’ya ile değil, vahiy ile de sâbit olmuştur. Sîre-i Hişâm şârihi Süheylî, Ezan’ın vahiy ile emrolunmayıp da bir veya iki zâtın rü’yasıyla meşru olmasındaki hikmet şudur: Ezan Resûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e, İsrâ gecesinde (Mi’rac’da) yedi kat semâvâtın üstünde gösterilmiş, duyrulmuştur. Aslında bu husus vahiy’den çok daha kuvvetlidir. 

Nitekim, Abdullah bin Zeyd, rü’ya’sını Peygamber’imize arzettiğinde, “İnşa-Allah bu rü’ya haktır,” buyurması da Mi’rac gecesi semada gördükleri-duyduklarının arz’da sünnet olması Murad-ı İlâhi olduğunun delilidir. 

Peygamber’lerin rü’yası, ancak, Rü’yayi Sadıka’dır; Peygamber’lere vahiy rü’ya’larında da gelebilir. Bir veya iki sahâbî’nin rü’yasına binâen nasıl ezan hükmü vazedilmiş oluyor? suali vârid olabilir. Hz.Ömer’in rü’ya’sının da Abdullah bin Zeyd’in rü’yasına muvafık olması, Mi’rac gecesi Melekût Âleminde Peygamber’imizin aynı ezan-ı Muhammedî’yi duyması, gayr-i Metlû ve gayr-i Münzel vahiy ile de te’yid edilmiştir. Buhârî’nin işâreti veçhiyle, “Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu davranış, onların düşünmeyen bir toplum olmalarındandır.” (Mâide 5/58) 

“Ey iman edenler! Cum’a günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.” (Cum’a 62/6), âyeti kerimeleriyle ezanın meşrûiyyeti, vahy-i Münzel, vahy-i Metlû ile de te’yid edilmiştir. 

EZÂN-I MUHAMMEDÎ, İLK OLARAK: 

Sünen-i Ebû Dâvud’un, “Salât” bahsinde rivâyet ettiğine göre, ezan, Hicrî birinci yılda, (Milâdî 622)’de veya Hicrî ikinci yılında, (Milâdî 623) yılında meşru kılınmış olup, Bilâl-i Habeşî Hazretleri ilk ezanı Neccâroğullarından bir kadına aid yüksekçe bir evin üstüne çıkarak bir sabah vaktinde okumuştur. Böylece, İslâm Tarihinde ilk ezân okuyan müezzin, ilk Müezzin-i Nebî, Bilâl-i Habeşî radiya’llah anh Efendimizdir. 

Ezan-i Muhammedî, Şiâr-i İslâm olup, Ramazan ayında Kur’ân hatmi, Ramazan’ın son on gününde ba’zı Müslümanların i’tikâfa girmeleri gibi Sünnet-i Hüdâ’dandır. 

Sünnet-i Hüda olan sünnet’leri terk eden bir kavme-topluluğa, gerekirse zor kullanılarak Sünnet-i Hüdâ’ya dönmeleri te’min edilir. Sünnet-i Hüdâ olan ezanı terk edenlere Allah umûmî belâ gönderir. Minâre’lerin varlığı Sünnet-i Hüdâ için yeterli değildir. Balkanlarda ve Bolşevik ihtilâlinden sonra, Orta Asya ve Türkistan illerinde, binlerce cami’i’de ezan susturulmuş, minâreleri mevcud olmasına rağmen, pek çok cami başka maksadlar için kullanılmıştır. 

Mühim olan minareler’de ezan-ı Muhammedî’nin okunmasıdır...