Son dönemde sıkça rastladığımız iş güvenliği sorunları sebebiyle Ekim 2014 sonrası yeni birçok yaptırım, en nihayetinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın gündemine girdi.
İşverenlerce, iş ve işçi sağlığı, güvenliği için gerekli ve yazılı önlemlerin alınmaması sebebiyle, son 10 yılda yaklaşık 12 bin işçi hayatını kaybetti, yaklaşık 30 bin işçi ise çalışamayacak şekilde sakat kaldı.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanımız Faruk Çelik; geçen ay bir tünel inşaatı ve iki maden ocağının, yapılan incelemeler neticesinde müfettişlerce mühürlendiğini, fakat işyeri sahiplerinin mühürleri kırıp çalışmaya devam ettiğini, iş güvenliği sorunu olan bu şirketlerde de maalesef iki işçinin hayatını kaybettiğini belirtti.
Fakat, haberlerden ve işçilerle yapılan röportajlardan öğrendiğimiz kadarıyla, ciddi geçim sıkıntısı çeken halk, yani işçiler, canını riske atacağını bile bile çalışmaya razı olmuş.
Yine işçilerle yapılan röportajlardan görüyoruz ki, işyeri sahibine işçiler tarafından, koşulların uygun olmamasına rağmen çalışmak için ciddi baskılar söz konusu.
Bu tabii ki, işverenin, iş sağlığı ve güvenliğini, yani tedbiri elden bırakmasını haklı çıkarmaz.
Ama geçim kaygısının işçiyi hangi duruma düşürdüğünün hüzünlü bir ifadesi.
Yeni dönemde mühürlenmiş işyerinin mührünü kırarak giren işyeri sahibine hapis cezası öngörülüyor. Bu cezanın, eski para cezasına göre yaptırım gücü daha fazla.
Her hâlükârda işçiler, bu yaşam mücadelesinde sanayileşmenin, küreselleşmenin, kapitalizmin değişmeyecek, gerçek kaybedenleri.
Tabii ki işyeri sahibinde suç var, ama tek suçlu işyeri sahibi değil, sadece onu suçlamak konuyu geçiştirmek ve üstünü örtmek olur. Alışılmış ifade ile buz dağının görünen kısmının altında yüz kat büyük bir dağ var.
Asıl sorunu bulmalıyız!
Kapitalizm söylemleri ile kişi başı gelir dağılımı ifadelerini bir yana bırakalım, bizim öz kültürümüz olan yardımlaşma, zekat, fitremiz bile sağlıklı çalışamaz olmuş. 
Yaşamak için, zaruri ihtiyaçlar için gelir oluşmayan hanelere sosyal yardım da gidemez olmuş. 
İnsanlar arasındaki statüler gitgide keskinleşmiş, semtler ayrılmış, yemek kültürü ayrılmış, eğlence anlayışı ayrılmış, statüsü olan ile statüsü olmayan birbirlerini tanımıyor, ortak hiçbir paylaşımları kalmamış.
Zengin zekat verecek birini bulamaz, çünkü semtinde fakir yoktur. Fakir de zekât alabileceği birini bulamaz; çünkü semtinde zengin yoktur.
Bu durumda işçi, işsiz kaldığında sistem içinde dışlanacağını ve ailesinin sıkıntı yaşayacağını biliyor. 
O eski hikâyedeki gibi; her koyun kendi bacağından asılır olmuş. Asılan koyuna yardım gelmeyince koyun ölmüş, etrafı bir koku sarmış, herkes rahatsız olmuş. 
İşçiler, işte bundan, canları pahasına, koşulları uygunsuz maden ocaklarını açtırmaya çalışıyor. Koşullar uygunsuz olunca haliyle iş kazaları oluyor. 
Yani, işçiler kendi bacağından çoktan asılmış ve yapayalnızlar.
Kapitalizmin gerçeği ise, işçi sanayide çalışmak zorunda. Eskiden alternatifi vardı, toprağını ekebiliyordu, artan maliyetler ve yetersiz sermaye sebebiyle verimli topraklarımız da karın doyurmaz oldu.
Devletimizin temelini oluşturan topraklarımız manevi anlamını bile yitirdi. Topraklarımızı artık sadece mal olarak görüyoruz. Bunun için bir an tereddüt etmeden her yer özelleştirilebiliyor, “çözüm süreci” adı altında Türk halkı farklı durumlara alıştırılıyor. 
Bu durumda hâlen suçlu, işveren ya da işçi mi? 
Düzeltilemeyen sistem sebebiyle, gelirin fazlasının belli bölgelerde, büyük şehirlerde toplanması sağlandığı için, “özellikle aile”, kültür, örf, âdet ve ananelerimizden uzaklaşmamızı göremedikleri ve tedbir alamadıkları için siyasilerimiz ilk sorumlulardır.
Hiçbir veriye bakmaksızın, sadece TÜİK’in açıkladığı 2013 yılındaki 125 bin boşanma sayısını, Aile bakanımız araştırsa bile iş güvenliğine çare bulur. Bu birbirine bağlı toplumsal bir sorundur.
Unutmayalım ki, Osmanlı’nın 600 yıllık tarihinde sadece 10 boşanma vakası yaşanmıştır. Dünyayı 600 yıl yönetmenin formülü de budur.
Bugün iş güvenliğimizi bile çözemiyoruz, “İnsana bakış” açısından Osmanlı’nın kimbilir kaç yıl gerisindeyiz.
Bugünkü boşanma istatistikleri; bilinç, özgürlük, özgüven gibi postmodern cümlelerle süslense de, maneviyatımızın ne kadar “batıl”laştığını anlatmaya yeter.