27 yıllık bir tahakkümün iğdiş edilişi…
Beyaz İhtilal…
Ama bu seferki başka:
Öyle göstermelik bir demokrasi lakırdısı, sözde çok partili sisteme geçiş denemelerinin beklenen ama inkâr edilen şaibeli sonuçlarından biri değil.
Bu sefer lügat, Türk milletinin içindeki ecnebi hegemonyası değil; Berin ablanın, Adnan ağabeyin, Emel teyzenin, Fatin amcanın,  Mutahhara ninenin, Hasan dedenin bizatihi kendi sesleri…
Bu seferki, 27 yıllık suskunluğun korkusuz çığlığı…
 Hezimet!
Milletin Demirkırat’ı 408 milletvekilini yerleştirmiş TBMM’ye. Öte yandan gayri milli şef yalnızca 69 vekilini sokabilmiş büyük salona. 
Sırada manevi sapkınlığın, aleni küfrün ve edepsiz cehaletin son bulması; ilk ve belki de en önemli icraat:
-Ezanlar eskisi gibi Arapça okunacak!
Halkın partisi olduğunu iddia edip, halkın karabasanı olanlar haliyle kudurup köpürmekteler. Lâkin kabullenmekten başka çareleri yok.
En azından kısa bir süreliğine…
27 yıldır kendi çaplarında tanrı rolü oynamaktan memlekete bir hayırları dokunmadığının bilincinde olarak, birkaç yılda sayısız icraat ve hizmette bulunan ‘’milletin adamları’’na meşru siyasal zeminde saldıramayacaklarının gayet tabii farkındalar.
Sırtlan gibiler.
Uygun zaman ve ortamı bekliyorlar.
54 ve 57 yılları…
Hezimet artarak devam ediyor. Halk Partisi acı bir tablonun estetik nesnesi. 50’dekinin neredeyse yarısı kadar ‘’halk temsilcisi’’ sokabilmiş meclise.
Bilhassa 57’deki seçimeler de kaybedilince askeri cunta planları suya düşüyor maalesef!
Milletin adamları her şeyin farkında. Zaten bilinen haysiyetsiz düzenbazlıkların resmi olarak somutlaştırılıp ortaya çıkartılması için Tahkikat Komisyonu kuruluyor. 
Sonuç olarak bu da çok işe yaramıyor.
Yıllardır hüküm sürmüş küflü zihniyet ve nasırlaşmış idarenin hemen akabinde başa gelip, büyük işlere girişip kalkınma adımları atmak, faşizmle çevrelenmiş sahte özgürlüklerin yerine iktisadi ya da düşünsel her türlü alanda elle tutulur özgürlüklere doğru yol almaya başlamak kolay değil tabi. Haliyle birileri ‘’dur artık’’ demek zorunda hissediyor kendini.
Klasik senaryolar, kurmaca filmler, kuralını yalnızca bir tarafın bildiği ahlaksız oyunlar oynanıyor. Çeşitli katakullilerle halkın algısı ters düz edilip ordu sempatizanlığı meydana getirmeye uğraşıyor bir kısım ‘’taraf’’.
Sırada meşhur Kızılay mitingi…
Hani şu 555K olan.
Allah Allah! Bir anda aklıma Gezi Parkı geldi niyeyse.  Canım Taksim’im. Canım sanatçılarım. Canım entellerim. Canım gençlik! 
Her neyse konumuza dönelim.
Provokasyonun müthiş bir intizamla cereyan ettiği saatler…
Adnan Bey miting alanına iniyor. Bir genç, Menderes’in boğazına yapışıyor ve haykırmaya başlıyor. Halkın adamı istifini bozmadan soruyor:
-Ne istiyorsunuz?
Genç, -ileriki yıllarda torunlarının da 8. Ve 12. Cumhur Reislerine karşı aynı yüzsüz ve kronik tutumu takınacağı- sefil bir tavırla cevap veriyor:
-Hürriyet! 
Ve şu an şu dakikada bile toplumun kendini kültürlü muhalif addeden belli kesiminin idrakine muhtaç olan o bilindik ayar geliyor Adnan Menderes’ten:
-Ülkenin başbakanın boğazına yapışıyorsun. Bundan büyük hürriyet olur mu?
Sonrası malum, film devam ediyor.
Devletin devletten sürgün edilişi, ‘’Düşükler’’in uğradığı zulüm ve iftiralar, halkın iradesinin ayaklar altına alınması; basın organlarının yalaka ve riyakâr tutumuyla birlikte görmezden geliniyor.
Yassıada günlükleri…
Kökleşmiş kayaların yosun kazıyıcıları, yosun muamelesi görüyor. 14 Eylül’e kadar bir eli yağda bir eli bağda misali (!) tek kişilik hücrelerde ağırlanıyorlar. Yiyip içip eğleniyorlar. Bu arada da politikacıların özel hayatları, erdemlilik gereğince, manayı daha da derinleştirecek olursak alçakça teşhir ediliyor.
14 Eylül günü… Hücreden meydana…
Mahkûmların hücrelerde geçirdikleri hudutsuz refah (!) halka ispatlanmaya çalışılıyor. Demokrasi tarihinin kült filmi ekstrem oyunculuklarla beyaz perdedeki yerini yeniden alıyor. Yönetmenler üstün yeteneklerini ustalıkla sergiliyor.
O kadar sözünü ettik. Buradan unutulmaz filmin sevgili emektarlarına selamlarımızı iletelim:
İstanbul'un kumar eroin cinayet kolektif şirketinden Kemal Aygün, Faruk Oktay, Bumin Yamanoğlu…
Zorla yemek yedirilirken poz vermeden edemeyen Adnan Menderes…
Sofrasında kilosu bin liraya satılan siyah havyar bulunmakla beraber iştahından bir şey kaybetmemiş görünen Celal Bayar…
Ve Fatin Rüştü Zorlu…
İle Hasan Polatkan…
Filmin hakkını verelim; Türk toplumuna ışık tutan, ilericiliğin kılavuzu sayabileceğimiz ender bir çalışma doğrusu.
Memleket, siyah havyarı, Celal Bayar’la tanıdı yahu! Daha ne olsun?
Tabi bu arada bürokrasi durur mu? Devam ediyor yürümeye… Demokrat Parti, kongre yapmadığı gerekçesiyle kapatılıyor.
Filmin sonu malum…
Geriye darağacına asılmış vicdanlar, fikirler, özlemler, acılar, mektuplar kalıyor.
Ve bir de şiirler…
Duymamış, belli, hayatında bir eş hasretini;
Yaşamış taş gibi, toprak gibi, mahrum acıdan.
Ne bilir bir kâğıdın canlara can kattığını?
Başımız dertte şu her gün geciken postacıdan!
Faruk Nafiz, işte böyle sığdırıyor dört dizeye zulmü ve kahpeliği…