Eski kuşak, Ali’nin belki de ilk Ali olduğu maçı bilir. 

Rakip İngiliz Henry Cooper… 

Daktilo spikerliğine soyunmadan özet geçelim. 

Basın Cooper’ın köpeği olmuş, genç yaştaki siyahi gevezeye şans tanımıyordu.  Cooper’ın Ali’yi kaçıncı rauntta indireceğine dair kahkaha dolu bahisler dönüyordu televizyon ekranlarında.  Ali ise maç öncesi demeçlerinde ısrarla 5. raunda dikkat çekiyordu.  

Ve ekliyordu: 

-Bu müsabakayı kazanıp boksun kralı olacağım.

Elbette bu ‘’kral’’ vurgusu Cooper’a özel ilgi gösterip Ali’yi sarayına davet etmeyen İngiliz Kraliçesi’ne karşı müthiş bir salvo niteliği taşıyacaktı. 

Ali tam anlamıyla bir şov adamıydı. Bu maça da kafasına taktığı bir kral tacıyla çıkacaktı. Dediği üzere -kelebek gibi uçup arı gibi sokarak- rakibini 5. rauntta ringin dışına itecekti.  

Maç sonunda bir gazetecinin ‘’ Neden kafana taç taktın? ’’ şeklindeki sorusuna şu manidar cevabı vererek genç yaşına rağmen alelade bir boksör olmadığını tüm dünyaya kanıtlayacaktı: 

-Çünkü ben kralım. Ve sizin yalnızca kraliçeniz var. Bir kralınız yok

Ali’yi sportif başarılarıyla ya da tarihe geçmiş cümleleriyle anlatmaya lüzum olmadığı kanaatindeyim.  

Ali’nin yumruklarından nasibini almış rakibi ve aynı zamanda onun verdiği mücadelelerde büyük destekçisi olan George Foreman’ın da dediği gibi; boks Ali’nin yaptığı şeylerden yalnızca biriydi. 

O bir mücadele adamıydı. 

Irkçılığın arsızca hüküm sürmeye devam ettiği yıllarda bir de üzerine Müslümanlık zırhını kuşanıp ‘’itilmiş’’ bir yaratık olmayı göze alacak, haysiyetsiz düzene tüm kalbiyle karşı çıkacaktı. 

Kardeşi Rahman Ali’nin dediği gibi insanlara yardım edebilmek için arzuladığı şöhreti, tam da hayalini kurduğu gibi kullanacaktı. 

’Zencilerle okumayacağız’’ sloganlarının cirit attığı…

‘’Renkliler için giriş’’ tabelalarının her yerde kol gezdiği…

‘’Yalnızca beyazlar için’’ olan bekleme salonlarının bulunduğu…

Restoranlarda bile siyahi insanlara servis yapılmadığı

Siyah ‘’yaratık’’ların otobüslere bindirilmediği faşist bir toplum sisteminde çeşitli algı oyunlarıyla kendi ırkının ne denli pasifize edilip dışlandığını anlatacaktı. 

Açık havada yaptığı bir basın toplantısında bu hipnoz politikasını kendinden emin ve esprili bir tavırla işte böyle betimliyordu: 

‘’ Siyahların beyni yıkandı ve artık kendileri hakkında bir şeyler öğrenmelerinin zamanı geldi. Televizyonda beyazlar sigara istiyor. Beyazlar sabun istiyor. Temiz beyaz bir sabun, beyaz bir şampuan, beyaz bir yüzey temizleyici, beyaz bir diş macunu… Küçükken Hz. Meryem’in bir kuzusu olduğunu ve yünlerinin kar beyazı olduğunu öğrettiler. Onlara Pamuk Prenses’i öğrettiler. Şimdi de Beyaz Saray… Televizyonda biri siyah biri beyaz olmak üzere iki araba görüyorsunuz. Her birine bir litre benzin koyup hangisi daha uzağa gidecek diye ölçüyorlar. Her zaman önce siyah araba duruyor ve beyaz araba yola devam ediyor. İşte bu, siyahilerin beynini yıkıyor. ‘’ 

Ali, güçlü ve hassas bir karakterdi. Zannedilenin aksine tam bir sulu gözdü. Yumruklarının tersine yumuşak bir kalbi vardı. Sevgi dolu ve içtendi.  Olimpiyatları kazanmasına rağmen okulundan en düşük notla mezun olmasına karşın entelektüel bir tipti.  

İşte onu dünyanın dört bir tarafında popüler ve karizmatik kılan; yalnızca hızı, kuvveti ve yumrukları değil sahip olduğu özgün karakterdi.  

Bilen bilir… 

Esquire dergisinin meşhur Nisan 1968 kapağı… 

Ali, vücuduna saplanmış oklarla işkenceye maruz kalmış bir poz vermişti. Kapağın ana fikri, Ali’nin bir savaşçı olmasıydı. 

Mesaj çok basitti. 

Ali,  hiçliğe hizmet eden bir savaşa (Vietnam) gitmeyi reddeden fakat dini, fikirleri ve özgürlüğü için mücadele eden bir savaşçıydı. 

Ve onun zorlu mücadelesinin önüne, ne Rocky Balboa gibi sahte kahramanlar ne de onun fikirlerini utanmadan kendi kirli ruhaniyetlerine ve zorbalıkla girift olmuş maddeci kafataslarına alet eden günümüz reklam solcuları set çekebilecekti.