“Bekir Topaloğlu ayrıca şu hatırasını naklederek sözlerini sürdürdü; Ömer Kirazoğlu Hoca’ya gitmiştik. İzmir’den Dursun Aksoy da oradaydı. Kirazoğlu İmam-Hatip Okullarının kuruluşu sırasında verdikleri ba’zı mücadeleleri anlattı. Bu cümle’den olarak, Kısıklı’lı Süleyman Efendi, Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı ve Abdurrahim Zapsu’dan her birinin İstanbul İmam-Hatip Okulu’na müdür (doğrusu müdîr) olmayı çok arzu ettiklerini, bu faaliyetin önünde kendilerinin olması gerektiğini ısrarla ileri sürdüklerini söyledi. İstedikleri olmayınca bu müesseselere karşı çıkmaya başladıklarını, bu tutumlarını çevrelerine sözlü olarak yansıttıkları gibi Abdurrahim Zapsu’nun bu olumsuz tutumunu yazı ile de ifade ettiğini sözlerine ekledi.” (Tayyar Altıkulaç, Zorlukları Aşarken, Cild-2, Sahife-728) 

“Hâzâ İfkün Mübîn”, (bu apaçık bir iftiradır), “Hâzâ Buhtânün Azîm”, (Hâşâ! Bu büyük bir iftiradır.) “Ülâike, Indellâhi hümü’l-Kâzibîn”, (Onlar gerçekten Allah katında yalancıların tâ kendisidir.) 

Müseylemetü’L-Kezzâb’lığı, tam olarak benimsemiş, Bekir Topaloğlu, öyle anlaşılıyor ki, yine bu mu’teber ve mu’temed zât’a istinaden, yalan-dolan, açıkça iftira ve bühtan, iğrenç iddia ve isnad’larda bulunmuştur. Yukarıdaki paragraf’ın tahlili şöyle yapılabilinir; Bekir Topaloğlu’nun bu şen’î iftirayı istinad ettirdiği, Merhûm, Ömer Kirazoğlu, mi’mardı, ihtisası, daha ziyâde cami mi’mirasi üzerineydi. 1950’li yıllar’da, nisbeten, açılan dinî hürriyetler münasebetiyle, İstanbul’un her semtinde, yeni yeni, cami inşaatı başlamıştı. Cami dernekleri, ekserisini bilâbedel çizdiği için, Mi’mar, Ömer Kirazoğlu’nun kapısını çalıyorlardı. 

Ömer Kirazoğlu, Adana’lı, Sami Efendi olarak meşhûr, Merhûm, Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun damadıydı. Mi’mârî işlerinin dışındaki bütün vakitlerini, Erenköyü’nde, Kâim-i Pederi, Sami Efendinin yanında geçirirdi. Ömrü’nün büyük bir bölümünü, Suûdî Arabistan’da, Medine-i Münevvere’de, Suûdî Krallığı’nın Başmimarı olarak geçirdi. Mekke ve Medine’deki camii’lerin yeniden inşâ-ı ve tevsiî eski eser’lerin restorasyonu ile geçerdi. Medine-i Münevvere’de irtihal edip, Cennetü’l-Bakî’e defn edilmiştir (rahmetü’llâhi aleyh)... Merhûm Ömer Kirazoğlu Bey, İlim Yayma Cemiyeti’nin kurucuları, aza’ları arasında değildi. İmam-Hatip Okulları’nın kuruluşunda da bulunmamıştır. Dolaysiyle, Bekir Topaloğlu’nun anlattıkları, sadece bir hayal mahsûlü değil, kasıdlı olarak, Muhterem Zevâtı i’tibarsızlaştırmak için uydurulmuş, yalan, dolan, iftira, bühtan, iğrenç tezvirât... 

Süleyman Efendi Hazret’leri bakımından; Hazreti Üstaz’ımız, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’leri, devrinin, dünyevî-uhrevî, bütün ulûm ve fünûnunda, en yüksek mertebelere nâil olmuş, ilim’de, Yedituğla sahibiydi. 03 Mart 1924 tarihinde, Medrese’ler kapatıldığında, Süleymaniye, “Sahn-i Semân”, Medresesinde, -ki, bu Medrese ilim, irfan’da, Osmanlı Tedrisat Müesseselerinin en yüksek Mertebesiydi.- Hadis ve tefsir şubesinde Müderris, (Profesör) idi. Medrese’ler lağvedilince, aynı zaman’da, Medrese-i Kuzâd (bir nev’i Hukuk Fakültesi), Me’zunu da olmaları hâsabiyle, diğer ba’zı arkadaşlarıyla birlikte kendilerine, Mahkeme-i Temyîz, (Yargıtay) Reisliği ve azalığı, Şûra-i Devlet (Danıştay), Reisliği ve azalığı, Divânü’L-Muhasebât (Sayıştay) Reisliği ve azalığı, Mahkeme-i Ticaret Reisliği ve azalığı, Ağır Ceza Mahkemesi Reisliği ve azalığı, Devletin en yüksek mertebelerinde, yüksek seviyeli me’murluklar teklif edilip ayaklarının altına Kırmızı Halı serildiğinde, bütün bu teklif ve tevcih’leri elinin tersiyle itmiş birisi... 

Ma’nevî Veçhesi i’tibariyle: 

Süleyman Efendi Hazret’leri, henüz, Medreselerde Ulûm-u Diniyye-i Zâhriyyeyi, tahsil çağında iken, Nasib-i Ezelisi ve tensib-i İlâhî ile, devrin, Sahibizamanı, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmili, Müceddidini bulmuş, onun irşâd ve ma’nevî terbiyesi tahtında, kat’edilmesi gereken bütün Makmâtı, kısa bir müddet zarfında kat’etmiş, Mürşid’inin aradan çekilip, “Süleyman Oğlum, ben, bende ne varsa hepsini verdim, fakat, senin ma’nevî açlığın ve iştahın karşısında, aradan çekiliyor, Silsile-i Zeheb- Silsile-i Saâdât’ın, Sıddık-ı Ekber, an zâtihilethâr, radiya’llâhu anh, Abdülhalık-ı Gucdüvânı, (k.s.), İmam Muhammed Bahâüddîn-i Nakşibendî (k.s.) Efendi Hazret’lerinden sonra, 4.Kutbu’L-Aktâbı, İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni, Ahmed-ü Faruk es-Sirhindi, (k.s.) Efendi Hazretlerine doğrudan, Üveysî olarak, Nisbet-i Ruhâniyye ve Nisbet-i Bâtınıyye ile, raptediyorum, buyurmuştu. 

Süleyman Efendi Hazret’leri, İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretlerinin Terbiyesi altında, Seyr-i Sülûkü’ne devam etmiş, kısa bir müddet zarfında, bütün merâtibi kat’ederek, Âlî Makamlara yükselmiş, Kutbu’l-Aktâb’lık mertebesini ihraz etmiştir. Mürşid-i Kâmil ve Mükemmili, Müceddidi, Salahaddin Mevlânâ, İbnü’s-Sirâcüddîn (k.s.) Efendi Hazret’lerinin, irtihali üzerine, Nasib-i Ezelî’si ve Tensib-i İlâhî ile, Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil Medâr Mürşid ve Müceddid-i Asr olarak ta’yin ve naspedilmiştir. 

Medrese’lerin kapatılmasının üzerinden, henüz, 12 yıl geçmişken, 1936’da, İrşâd, ihdâ, tecdid, ve Verâset-i Nübüvvet vazifesini izhar eylemiş, Sell-i Seyf edip, bütün müteşeyyih’lere haber göndermiş, vazifesini ihtar ile hepsine meydan okumuştu. “Bu devir’de emânet bizdedir; Uçan kuş’un kanadında, umman’ın derinliklerinde, yüzen balık’ların solungacında, zerre kadar emanet varsa bize teslime mecburdur. Sakın ola da, vazifeniz, salahiyetiniz olmadığı halde, insanlara vazifeliymiş, salahiyyet sahibiymiş gibi davranıp insanları idlâl etmeyiniz,” diye ihtar ve ikaz’da bulunmuştu. 

Diğer taraftan, Osmanlı Medrese’leri, ta’lim ve teallüm, sistemi üzerine inşâ buyurduğu, Kendisine hâs, bir uslûp ile, kısa zaman zarfında, Ulûm-u Diniyyeyi aktardığı talebesini, Diyânet İşleri Reisliği tarafından, her yıl veya her yıl bir-kaç kerre, açılan, müftülük-vâiz’lik imtihanlarına gönderdi. Kazananlar, Yurdumuzun her yerinde, il ve ilçe müftülüklerine ta’yin edildiler. Onlar da, il ve ilçelerindeki boş kadrolara veya yeni açılan kadrolara, il ve ilçe’lerde kurulan, komisyonlar huzurunda yapılan imtihanlarda, liyâkat ve ehliyet’lerini isbat edenleri, Kur’ân Kursu muallimi, İmam-Hatip, müezzin-kayyım olarak ta’yin ettiler. Böylece, Vatan sathında, Diyânet İşleri Reisliği bünyesinde binlerce talebesi vazife almıştı. 

Türkiye’mizde ve yakın gönül Coğrafya’mızda, dinî hayatımıza istikâmet veriyor, i’tikâd dünyamızın, yeniden ehl-i Sünnet ekseni üzerine oturtulduğunu gördüğü için, Allah’a sonsuz şükrediyordu. 

Biraz vicdan, biraz insafı olan herkes idrâk eder ki, Bu Zât, pek çok haklı sebeplerle, temel’den karşı olduğu, i’tiraz ettiği (Niçin karşı çıktığı ve nasıl da haklı çıktığı ileriki bölümlerde müdellel olarak anlatılacaktır.) okullar’dan birisinin müdürlüğüne tâlip olsun. Taşıdığı Dersiâmlık sıfatı ile istediği her yerde va’az etme imkanına sahip, Ulûm-u Diniyyeyi okutmak için gece uykusundan, gündüz istirahatinden fedakârlık etmek durumunda birisi, niçin, Fatih İlçe Millî Eğitimi Müdürü’nün emrinde, çok basit, bir me’murluğa, okul müdürlüğü’ne talip olsun ki?! Böylesine bir iddia’ya, kargalar bile güler. Ama, eğer birileri, “Ellâ Mezhebiyye,” virüsünü kapmış ise, bu virüs, kalbine ruhuna bütün benliğine yayılmış ise, düştükleri zillet ve meskenet’in, derekenin hisabı yapılmaz. 

Süleyman Efendi Hazret’lerinin, hâşâ! İstanbul İmam-Hatip Okulu’nun müdürlüğü’ne, tâlip olduğu, müdür olarak ta’yin edilmeyince de, bu okullara karşı çıktığı iddiası, yalan’dır, dolandır, iftira ve bühtandır. Goygoyculuktur, yukarıda, kısaca izah edildiği gibi, eşyanın tabiatına, vukuatın seyrine de aykırıdır. 

Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı bakımından; 

Merhûm, Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, (06 Mayıs 1904) Selânik’de doğdu. (15 Mayıs 1978)’de İstanbul’da vefat etti. 

Kendisi son devir ulemasından, Vâiz, Hatip, Şâir, Mutasavvıf, Küttâp ve İstanbul Müftüsüydü. Kendisini, her bakımdan yetiştirmiş, devrinin en hürmete lâyık şahsiyetlerinden birisiydi. İstanbul’un, muhtelif camii’lerinde va’az eder, hutbeler okurdu. O devir’lerde, ba’zı Muhterem Zevât, yalnız, Cum’a ve bayram hutbe’lerini irad etmek üzere ta’yin edilirlerdi. Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Hocamız da Diyânet İşleri Reisliği tarafından, İstanbul-Fatih’te, Fatih Camii hatipliğine ta’yin edilmiş olup, Fatih Camii Şerif’inde, Cum’a ve bayram günleri, Selîs Türkçe’siyle hutbeler irâd eder gönülleri fethederdi. 

Pek çok meziyetlere sahip Hoca’mız, Evlâd-ı Fâtihân’dan olup, Hezâ! Bir Osmanlı Hezâ! Bir İstanbul Beyefendisiydi. 

Bütün bu sa’yini, hizmetlerini, İstanbul Müftülüğü ile taçlandırmıştı. Merhûm, Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Bey, (30.11.1972 – 15.05.1978) tarihleri arasında İstanbul Müftülüğü yapmıştı (Beş yıl, beş ay, 14 gün, süre ile, İstanbul Müftülüğü’nde bulunmuştu.) 

Kendisini, daha önceki vazifeleri sırasından tanırdım. İstanbul’a Müftü olarak ta’yin edildikten sonra, çok yakın münasebetlerim olmuştu. 1973-1974 yıllarında, “Ellâ Mezhebiyye”,nin gemiyi azıya aldığı, kudurdukları, Millî Güvenlik Kurulunca, Diyânet İşleri Başkanlığı’na, mezheb’lerin ortadan kaldırılması için, kitaplar yazdırıldığı, hutbeler hazırlattırıldığı bir dönemde, o devir’de çıkarmakta olduğumuz, Bâbıâlide Sabah ve Ufuk Gazetelerinde, “Ellâ Mezhebiyye”ye, salvo yayın yaptığımızda, bizzat bendeniz, Merhûm Müftü Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Bey ile mülâkât yaptım. Bu Mülâkatım, Bâbıâlîde Sabah Gazetesinde, üç-dört gün, UFUK’da üç hafta süre ile neşredildi. Hoca, “Su katılmamış bir ehl-i Sünnet Mensubuydu. “Ellâ Mezhebiyye”ye, çok sert ve ağır ifadelerle yüklenmiş, Mezheplerin inkarı, Peygambersiz bir din arayışının, başlangıcıdır,” demişti. 

Merhûm, Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, İstanbul Müftülüğü’nde, bulunduğu ve bendenizle bu mülâkatı gerçekleştirdiği yıllarda, “Ellâ Mezhebiyye”nin önde gelen isimlerinden birisi, Diyânet İşleri Başkan Yardımcısı olarak vazife yapıyordu. Sadece, İstanbul Müftüsü ile değil, hayatta kalan, son devir dersiamlarından, Oflu, Dursun Efendi, (Merhûm Dursun Güven) başta olmak üzere, Diyânet mensubu olsun-olmasın, bütün ehl-i Sünnet akidesi mensubu, ulema ile, arkadaşlarım mülâkatta bulundular. Hemen hemen, hepsi de, korkmadan-çekinmeden, Diyânet’in Mezhepler ile alakalı faaliyetlerine-görüşlerine karşı çıktılar. Her mevzu’uda, kendisini isbat etmiş, muhtelif makam ve mevki’ilerde bulunmuş, Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Bey, İstanbul İmam-Hatip Okulunun Müdürlüğü’ne tâlip olacak da, verilmeyince de, bu okullara karşı çıkacak! El insaf!...

Merhum, Abdurrahim Zapsu bakımından; 

Merhûm, Abdurrahîm Zapsu, Ağrı ve Van İllerimizde, çok güneş nüfusa ve nüfuza sahip, aile’lerin reis’lerinden birisiydi. Oğlu, Merhûm, Mustafa Pertev Zapsu, Türkiye en zengin on ailesi arasında bulunan, Otomotiv ve Zirâî aletler üreten dev Sanayii te’sislerine sahip bir ailenin damadıydı. Türkiye’de ilk halı ve teksil mahsulleri ihraç eden ihracatçılarından birisiydi. Merhûm, Abdurrahîm Zapsu, 1950’li yıllarda, Suriye ve Mısır’da tahsil görmüş, masonik zihniyyetle zehirlenmiş, reformistler ile, İmam-Hatip Okulları bünyesinde, kümelenen mezhepsizlere karşı, kendi imkânlarıyla satışı yapılmayan, abone kabul etmeyen, “EHL-İ SÜNNET,” adında bir dergi çıkarmıştı. 

İstemesi halinde, Ağrı’dan, Van’dan, herhangi bir partiden veya müstekîl olarak, Meb’us seçilebilirdi. İsteseydi, Türkiye’nin en zengini olabilirdi. Bu zât mı? İstanbul İmam-Hatip Okulu’na müdür olmak istemiş, olamayınca bu okullara karşı tavır almış?! “Elinsâf ve’L-İzân”, İnsaf, Dinin yarısıymış! Ne kadar güzel ifade etmişler...