Benim adım ‘’Aydın’’

İlkokulda vasat ve asosyal bir öğrenciydim. 

Lise çağlarım sivil toplum örgütlerine ve sol partilerin gençlik kollarına üye olup, devrim türküleri tüttürmekle geçti. Yegâne amacım eşitlik ve özgürlük uğruna savaşıp, ezilmiş halkı uyandırmaktı. (ya da sosyal çevre edinip hatun kovalamak tam hatırlamıyorum)  

Karl MARX, Max WEBER gibi sosyoloji kuramcılarını da okumaya yeltenmedim değil tabi. Fakat ağdalı ve dolaylı anlatımlarından dolayı hiçbirini bitiremedim. Onun yerine 3-5 kült düşünceyi yüzeysel bir biçimde ezberleyip birkaç tane de mottoyu kafama sokarak ortamlarda caka satma çabalarına giriştim. 

Kendini tanıma erdemine sahip olduğumdan, muhabbet koyulaştığı zamanlarda etiket solcusu olduğumu çakmasınlar diye eften püften bahanelerle ortamdan hızla uzaklaşmasını da bilmiyor değildim hani. 

Yeri geldi dersleri ekip sırtıma geçirdiğim koyu yeşil paltomla meydanlarda davam uğruna süründüm, yeri geldi anamın babamın karnımı doyurmam için verdiği paraları yoldaşlara yedirdim. 

Her neyse. Şöyleydi böyleydi derken, bütünüyle vakıf olamadığım tüm toplumsal meseleleri determinizmden uzak tutup materyalist bir kafayla önüme gelenle tartışarak, sisteme küfürler savura savura üniversiteye girdim. 

Bu süre zarfında da vatana millete en ufak bir yararımın dokunmadığını ayrıca belirteyim. 

Sırada üniversite yılları… 

Haliyle biraz akıllandım. Okuyup büyük adam olacağım dedim. Mevzuya, okumayanı dövdükleri bütün klasikleri okuyarak(!) girmeye yeltendim. Ama entel dantel muhabbetlerde de yalnızca Dostoyevski’nin ‘’Suç ve Ceza’’sından örnekler verebildim. O da kitabın özetini okuyan herkesin verebileceği cinsten örneklerdi yani. Yanlış anlaşılmasın. 

Biliyorsunuz ülkemiz eğitim sistemi sıkıntılı. Genel itibariyle ezbere dayalı. Beynini verimli bir şekilde kullanabilenler değil, ezberi kuvvetli olanlar ya da kopya çekerken heyecana kapılmayıp işini en temiz yoldan halledebilenler başarılı sayıldığından, ben de derslerimi başarıyla verip üniversiteden mezun oldum. 

Ezber deyip geçmeyin. İlerleyen yaşlarda kendimce bilgelik olgunluğuna ulaşsam da bu ezberci zihniyetimden kurtulamadım. Her fırsatta, faşizmi eleştiren, ulusalcı, elitist ve kibirli bir kronik olarak insanları ve olayları kendi değer yargılarıma göre konumlandırdım. Buna rağmen ufku dar ve ezberci bir isyankâr olmam sebebiyle aslında faşizmin kralını yaptığımı bir türlü fark edemedim.  

Gel zaman git zaman, yeri geldi gurbet ellerde yüksek lisans, doktora falan yapmış jilet gibi bir akademisyen oldum, yeri geldi mi basın etiğini yalayıp yutmuş, gıdası asparagas olan bir gazeteci. Yeri geldi mi yönetme kabiliyetinden yoksun bir politikacı oldum, yeri geldi mi de atarlı bir sanatçı.  

Mesela akademisyen olduğumda kendimi fazlasıyla akil gördüğümden sayısı 1100’ü aşkın meslektaşımla kabuğu barış çekirdeği ihanet olan trajikomik bir bildiriye imza attım . Başka bir zaman da Reyhanlı katliamının baş sanığı, Türkmen Dağı’ndaki mezalimiyle nam salmış, esed’in Şebbiha’sından olan bir ‘’satılmış’’ı’ , yönettiği zulümlerden sonra utanmadan ‘’Votkalarımızı içtik bekliyoruz. Kaçarken karılarınızı bırakın.’’ diyebildiği halde –barış yanlısı bir vatanperver olarak- sonuna kadar savundum. Türk devleti ve MİT’le kafasına göre alay eden bu soysuzun öldürüldüğü haberi yayılınca da, onun hakkında –tabiî olarak- hüsn-ü zan etmeyenleri ahlâksızlık ve lümpen Müslümanlıkla suçladım! 

Çünkü ben sokaktan geçen biri değilim.  Ben entelektüelim. Benim görevim insan eğitmek, vatana millete hayırlı birer vatandaş yetiştirmek değil. Benim görevim, gerçeklerin arkasına saklanıp, doğruya doğru yanlışa yanlış demekten korkmak. Özgürlük naralarıyla mazlum kellesi uçuran bölücülere ve bunların siyasi kalkanlarına mazlum, bu ikiyüzlü kahpelerle mücadele edenlere de katil damgası vurmak. Benim görevim, bakmak ama görmemek! 

Bir de sanatçı kimliğim var tabi.  Sanatçı derken, onu da açayım. 

Hani o, fıtratım gereği estetik izana meylim olmadığından çok değer vermediğim; büyük şair, dava ve aksiyon adamı Necip Fazıl’ın,  ‘’Verin cüceye, onun olsun şairlik! Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.‘’ dizelerinde bahsettiği en üstün sanatın gübresi olan emekçilerden değilim. Popüler kültürde kendine yer edinmiş orta(lık) oyuncularındanım sadece. Halkın zamanını ve parasını sömürüp yine de baş tacı olanlardan… 

Tek becerim popülizmin kölesi olmak.

 Milletçe yaşanılan sancılı süreçlerde -göz önünde birisi olarak- ussal ve milli davranışlar sergileyeceğime ucuz söylem ve eylemlerin mimarı olarak insanları provoke etmeyi çok sevdiğimi de belirtmeden geçemeyeceğim. 

Bütün bunlara ek olarak mesleğimde başarılı ve dirayetli bir gazeteciyim. Ne yalan söyleyeyim eşit bekçilerine karşı da boynum kıldan incedir. Ne derlerse ‘’he’’ derim. Kimi zaman darbe yanlısı olurum, kimi zaman da devlet sırlarını ifşa ederim. Muhalif olmak adına yapmadığım düzenbazlık kalmaz. Yaptığım yahut savunduğum onca ahlaksızlığı düşünce özgürlüğü adı altında okuyucuya pazarlarım. Öyle kültürlü bir insanım ki; yeri gelir vatanı satarım!

 Ondan sonra da neden hapse girdim diye oturur ağlarım.

Bir de politika demiştim değil mi? 

Aman!  

Ben bürokrasiyi sevmem. 

Gözümü kapar, işimi yapar, ekmeğime bakarım!