Enver paşa “Yürüyün, yürüyün!” demişti. Nereye mi? "Düşmanın olmadığı, ayazın kemik kırdığı dağlara doğru yürüyün... Bilinmez meçhul bir savaşa doğru yürüyün, yürüyün!” demişti. Yürüyordu asker, Zemherinin Kardeleni Sarıkamış’a doğru yürüyordu... Komutanı sordu; “Hayrola asker burnundan soluyorsun?” “Üşüyorum komutanım, üşüyorum!” “Bu ayazın sıtması değil asker, öfkenin sıtması sendeki. Hadi anlat bakalım!” "Öfkem savaşa gitmek değil komutanım; öfkem, şu acımasız doğayla savaşmak ve hele birde olurda Sarıkamış'a varamamak..." “Rahat ol asker, rahat ol! Bizler bu yolda Sarıkamış’a varamasak da ve olurda tarihin dondurduğu an olarak kalsak da, tarih bu dağlarda sizlerin göstermiş olduğunuz kahramanlıklarınızı anlatacak bütün evrene! Tarih “Sönmez” asker, tarih “Sönmez”; bu topraklar aldığı sizleri katlarında saklayacak ve öyle bir tohum eyleyecek, öyle bir yiğit çıkartacak ki, bir aslan çıkacak, bir aslan… İşte o aslan destanımızı anlatacak tüm evrene; nasıl ki tarih "Sönmez" bu aslanın adı da Bingür Sönmez olacak! Dedim ya, tarih “Sönmez” asker, tarih Sönmez..." "Haklısınız komutanım" dedi asker ve tüfeğine yapışan ellerini çenesinin altına doğrultarak; “Ben bu tüfeğin sadece vatan koktuğunu bilirdim komutanım; bu tüfek evlatta kokuyormuş... Sahi komutanım, evladım anasının kundağında üşüyor mudur şimdi?" "Asker, ana kundağı soğuk olur mu hiç; ana, ana olana kadar, dokuz ay bir sancıdan geçer ve sonra kundağı sıcak olur; zira ana, ana olur! Vatan, vatan olana kadar, bin bir mücadeleden geçer, sonra yarının çocuklarına sıcak kundak olur; zira vatan, vatan olur. “Öylede komutanım, peki ya şu Sarıkamış’ın kundağı, neden bu kadar soğuk?” “Hayır Asker, kaldır başını şu Allah-U-Ekber dağlarına bak bakalım; Bizler, belki de yarın şu ayaz kokan dağların, bahar yüreklerinde birer kardelen olacağız… Sen kardelenin öyküsünü bilir misin Asker? “Hayır bilmiyorum Komutanım!” “Asker, insanın elini kolunu yanına düşüren, şu ayaz vurmuş dağlarda, karları delerek başını gün ışığına çıkaran ve tüm kainatı kendine hayran bırakan kardelenler var! Yarın, tarihin donduğu şu anı, kardelenler şu dağlara fısıldayacaklar, biliyor musun? Bizlerde kardelenler gibi karın altından çıkacağız tarihe ve bahara... Asker'in buz tutmuş kirpiklerinin arasından yarı donmuş bir damla yaş süzüldü, yüzünü kaplayan kar tanelerinin arasında. Sarıkamış dağları fısıldıyordu Mehmetçiklerin kaskatı gıcırdayan kulaklarına; "Ben artık, ayazlara kış olsam da, Sarıkamış’ın yüreğine yaz, kışına bahar olacağım! Yine söylüyorum eğer unutacaksa sizi diyarlar, ben onların dağlarına yaz, gönüllerine kış olacağım! Ve unutmayın ki, ben, siz kardelenlerimi sıcak bağrımda, hep türkülerle beleyecek, hep sıcak tutacağım! Asker, sen “Eledim, eledim” türküsünü bilir misin?” “Bilmem karlı dağlar, bilmem!” “Bak duyuyor musun asker, ayazım fısıldıyor kulağıma; “Böyle bir türkü doğacak ve bu türkü bu dağlara çok yakışacak!” Askerin gözünden bir yaş daha süzüldü, dondu kaldı kırağı düşmüş yanağında. Komutan askerin yanağında donan o bir damlayı alarak; “Ben bu gözyaşını Sarıkamış nerdedir bilmeyenlere miras bırakıyorum... Bırakıyorum ki bir gün gelsinler de, vatan kokusu neymiş, vatan türküsü ne demekmiş görsünler… Görsünler ki bu dağlarda kardeş kardeşe, yürek yüreğe, bilek bileğe tek hedef vatan, tek düşünce vatan için ölümün koynuna nasıl gidildiğini bilsinler! Yarın belki düşünceler ayrılır, o düşünce, bu düşünce, şu düşünceler olmak üzre bölünür kardeşlik; ne yürek yüreği tanır, ne kardeş kardeşi... Önce makam ve koltuk derdi devreye girerde, vatan gözden çıkarılırsa, işte o vakit ellerimiz iki cihanda yakalarında olur. Bizim yaramızda kendi içimizde olmalı, saranımızda; ola ki yaramızı dışarıya sızdırır, vatanı koltuğa, dini mevkiye satanların yakasında olacak, bu tüfeklere yapışan ayaz ellerimiz. Bu böyle biline”  dedi komutan. "Komutanım şu karlı dağlara vasiyetimiz var” dedi asker. “Fısıldayın askerler, vasiyetinizi fısıldayın şu Sarıkamış’ın karlı dağlarına!” dedi komutan. Bütün askerler can havliyle, hepsi bir ağızdan; “Mehmet asker tüm Mehmetçikler adına vasiyetimizi bildirsin!” dediler; zira onun adı Mehmet'ti! Mehmet asker tüm Mehmetlerin sesi yüreği olarak, zoraki dağlara fısıldıyordu… “Ey Sarıkamış dağları, ağzımızda her an Sarıkamış’ı sayıklayarak, son nefesimize kadar uçsuz bucaksız beyaz bir ölüme yürüdük. Yüreğimizde son damla gözyaşımızı mermi yapıp, bir yandan ayazla, bir yandan tipi, boran, kar fırtınanla savaştık... Şahidimizsin değil mi, ey başı dumanlı, örtüsü karlı dağlar? Bu gün tarihin donduğu ve bir diğer tarihinde başladığı an olacak. Bu destanı anlatacak tek şahidimiz sen ve bizlerle birlikte karların üstüne çıkacak olan kardelenlersiniz. Siz karlı dağlar, bizleri vatan evlatlarına anlatın ki, bizler hiçbir zaman unutulmayalım. Biz ki, tarihin en acımasız savaşını yaşayan, aç, çıplak, perişan askerler, biz unutulmayalım ki yerlere yapışan potinsiz ayaklarımız, buzdan kıyafetleri giymiş bedenlerimizle, vatanın bizleri unutmayan yüreklerinde hep sıcak kalarak, bari ruhlarımızda şad olalım. Dağlar diğer arkadaşların sesi soluğu neden kesildi, neden yoklar? Ya komutanımın sesi, yoksa oda mı?” Dağlar fısıldadı… “Asker onlar tıpkı kardelenler gibi karların üstüne tek tek düştüler… Ben kar, tipi fırtınamla kapattım üstlerini! Bak hepsinin anası Allah-U-Ekber dağlarında bekliyor onları! Hem bak onların ruhu Allah-U-Ekber dağlarına vardı bile! Onlar şimdi analarının ellerinden sıcak çorbalarını içiyorlar! Bak anan seni soruyor onlara, bak gördü seni, ölümün işvesiyle el ediyor sana, göz ediyor sana, çağırıyor seni!” “Sahi Karlı dağlar, anam nasıl ulaştı bu dağlara?” “Asker analar her yolun bitiminde evlatlarını bekler; vatansa her yolun başında askerini bekler ve sonunda askerini anaar ve hatırlar…" Ölümün sıtması tuttu askeri, çenesi zangır zangır titriyordu ölüme... "Eyy asker ben ki asırlardır yüreği taş kesilmiş, kar fırtınanın, tipi boranın anası babası olan, hep ayazları uğuldayan Sarıkamış dağlarıydım; ben ki ağlamak nedir bilmezdim; ne ettiniz asker, ne etinizde ben Sarıkamış dağların yüreğine bir ateş, bir kor ektiniz?" Sarıkamış dağları deli divane gibi harisleşmiş ağlıyordu… “Hadi askerler, yaslayın başınızı ayaz kokan karlı bağrıma… Benim söylediğim ninni, verdiğim uyku çok tatlıdır. Uyku veren bebek kokar kundaklarım. Öyle bir ninni söyleyerek uyutacağım ki sizleri, asırlar bu ninniyi anlatacak, kardelenler bu ninninin ağıtında doğup, bu ninninin ağıtında ölecekler. Hadi askerler, hadi Ahmetler, hadi Mehmetler, hadi beyaz ölüm göründü, hadi hep bir ağızdan, tekbir-i İlaah… Allah –U- Ekber Allaaaah Ekber Laaaa İlahe İllaaaah… Allaaa Ekber, Allaaaah Ekbeer Ve lillahi ilham… Askerlerin bedenlerinden çıkan ruhları gökyüzüne yükseldi ve gökyüzüne yazılan son sözcükleri... Eyyy bu vatanı miras bıraktıklarımız… Neden mi Sarıkamış? Çünkü Vatan neyse odur Sarıkamış... Neden mi Sarıkamış? Çünkü Vatanın kalbi Sarıkamış... Neden mi Sarıkamış? Çünkü Çanakkale eşittir Sarıkamış... Neden mi Sarıkamış? Önce Sarıkamış, sonra her yer Sarıkamış! Ve son olarak “Kelime’yi şahadet’i getirerek…” her biri bir kardelen gibi düştü ölümün koynuna, sessiz ve usulca. Sarıkamış dağlarının son uğultuları; " Ey asker şunu bilin ki, Sarıkamış artık hiç bu kadar soğuk ve ayaz olmayacak..." Evet, Sarıkamış bir daha, hiç ama hiç tipi boranlı, kardelenlerine ayaz olmadı. Ve Sarıkamış o gün bu gündür güneşle hiç ama hiç barışmadı... Kardelenler, o yüzden küstür güneşe… O yüzden güneşi görür görmez ölürler… Çünkü kardelenler karların sakladıkları şehitlerdi... O yüzden kardelenler bir daha hiiiç dirilmediler! Şehitler Toprağa Düşünce Değil, Unutulunca Ölürler. Biz Şehitlerimizi Hiç Öldürmedik Ki, Şehitlerin Ölmedi Ki Türkiye’m. Sevgilerimle