İstanbul’un, Beyoğlu yakasının tarihi Cadde-i Kebir ve sonraki adıyla, İstiklâl Caddesi’nin halk açısından, tarihi dokusundan ziyade dikkatlere çeken: (Sinema Salonları, Muhallebiciler ve Pastaneler) olmuştur. Halk nezdinde diyorsam; Levântenlerin de yer aldığı Beyoğlu’nun kadim halkı değil. İstanbul yakasının “Sur içi halkını” kastetmekteyim. O halk ki; asırlarca Padişah’ı ve askerleri ile iç içe yaşamış; tasayı da, sefayı da paylaşmasını bilmiştir.
İşte böyle bir halkın yaşamakta olduğu Belde-i Şahane (1956-1957) arası kör kazmaya teslim edildiği zaman; hemen hiç kimse bu cefakâr halkın fikrini sormaya düşünmemiştir...
Denecektir ki, “düşünülseydi ne değişirdi?”
Cevabım şu olacaktır: Çok şey, hem de pek çok şey değişebilirdi!... Meselâ: Yeni-Kapu gibi nezih bir sahil semti yoklara karışmazdı. Keza, sahne sanatımızın meşhur ve kadim semtlerinden Şehzade-Başı da, tarihin tozlu sahifelerine kayıp gitmezdi...
Bakıyorum da, Beyoğlu İstiklâl Caddesinde ve kapusu eski “Ar-Sineması” sokağında ve hemen her romantik İstanbullunun hafızasında yer etmiş bulunan, Beyoğlu’nun kadim sinema salonlarından meşhur “Melek” sinema salonunun yıkılacağı söz konusu olunca, günümüz ve eski aktrist ve aktörlerimiz hayli üzülüp, feryadı basmışlar ki, diğer sanat dallarımızdan da bazı sanatçılar aynı gaye ile protestolara iştirak buyurmuşlar!...
Peki, meselenin buraya kadar olanı normaldir ve biz de aynı duyguyu paylaşıyor, aynı itiraza iştirak ediyoruz. Velâkin, madalyonun bir de öteki yüzü var. Var da, görmek isteyen yok galiba!...
Meselâ, bilindiği gibi, Türk Tiyatrosu’nun temel unsuru konumundaki kadim ve meşhur, Şehzade-Başı semti, ne acıdır ve ne hazindir ki, kör kazmalara kurban gittiğinde hiç, ama hiç kimseden çıt ses çıkmamıştı?!..
Acaba neden?... Yoksa, o yılların sanatçıları duyarsız veya vefasız mıydı?... Meselâ, Şehzade-Başı’nın tarihi “Turan Tiyatrosu” ki, benim gençlik yıllarımda “Sinema” olarak değerlendirilmekte olup, “üçüncü sınıf” bir salon konumunda idi. Keza: Hilâl, Ferah, Millî ve sonradan inşa edilen “Yeni Sinema” 1965’lere kadar varlığını lüks ve aile sinema salonu olarak muhafaza edebilmiştir. Günümüzde bütün bu salonların yerlerinde yeller esmektedir...
“Millî Sineması” İstanbul’da ilk sinema filmi gösterilmiş olan salondur. Ufak ve fakat gayet muntazam bir sinema salonu idi. “Turan Tiyatrosu”nun üç kat balkon ve locaları vardı ve balkon ve localarının ön cepheleri nefis kabartma işlemeleriyle donanmış, hurda halinde bile dikkatleri çekebilen bir yapıya sahipti. Üçüncü balkonun üstünde de bir yarım balkon daha vardı ki “Paradi” olarak kullanılan bu bölümün bileti pek ucuzdu.
Güllü Agop, Mınakyan, Eliza Binemeciyan ki, Darülbedayi yerine, “Türk Tiyatrosu” adının konmasını istemiş ve isteğini kabul ettirmiş gerçek bir Türk aktrisidir. Ayrıca Naşit, Kel Hasan, Hazım Bey, Raşit Rıza Bey, Ertuğrul Muhsin ve Şadi Beyler, Vasvi Rıza Zobu, Behzat Butak Bey, Türk kadın sanatçıların ilkleri olan: “Afife Jale, Bedia Muvahhit, Neyyire Neyir vs.” Bütün bu sanatçılar mezkûr semtteki tiyatrolarda, icra-i sanat etmiş hemen her birisi birer büyük değerlerdi.
Hele Ramazan ve Şeker Bayramlarında meşhur Direkler-arası Tiyatroları dolup, dolup taşmaktaydı... Şehzade-Başı, Aksaray, Lâleli, Bayezit, Cağaloğlu, Vilâyet, Soğuk-Çeşme, Alemdar gibi semtlerde İstanbul Türk’ünün elit tabakası ikamet etmekteydi.
Şehzade-Başı’nın en kıdemli sinema salonu olan meşhur “Millî Sineması” bir dönem tiyatro olarak da kiralanıp kullanılmıştı. Yanî, Şehzade-Başı ve Direkler-Arası sanat ve eğlencenin iç içe yaşandığı bir tarihi semtti.
Benim neslim (1933) mezkûr semtin parlak dönemine yetişememiştir. Bizim görüp de tadabildiğimiz, kırık, dökük bir sinema serüveni idi. Serüven diyorum zira (1940-1950) yılları arası Şehzade-Başı hayli bozulmuş ve nezih bir sanat semti olmaktan çoktan çıkmıştı...
Yanî, ilk gençlik çağında olan gençler için (16-17) Şehzade-Başı Sinemaları; “serseri ve sapıklar” dolayısıyla, gençler için tehlike arz etmekteydi... Ancak, o müthiş macera filmleri, Tarzanlı kurdeleler bizleri pek cezp etmekte ve gizli, gizli bu sinemalara gitmekteydik... Bilhassa Bayram günleri; diğer semt sinemalarında olduğu gibi biri, diğerinden güzel filmlerin büyük boy afişleri sinema salonlarının kapu üstlerini kaplar; Atı şahlanmış bir kovboy figürü, bizlerin heyecan duymasına yeterde artardı. Böylesi özel günlerde babamız sinemaya götürür, ayrıca “Ferah Sineması” arka tarafına düşen büyükçe bir arsada kurulan “Bayram Yerinde de” ve sinemanın hemen bitişiğindeki meşhur Şehzade-Başı Muhallebicisi’nden de nasibimizi alırdık.
Eve döndüğümüz zaman ise, sevinçten ne yapacağımızı adeta bilmezdik. Zira, mahalleli arkadaşlarımıza ballandıra, ballandıra anlatabileceğimiz çok şey vardı ve bizim küçük dünyamızın kendini aşan süslemeleriyle daha da güzelleşen bir anımız olurdu. Evet, Şehzade-Başı Sinemalarında filmler bir başka güzel olmaktaydı!...
TÜRK SANAT MUSİKİSİNİN BİR AHMET ÜSTÜN’Ü VARDI!...
Takriben 1953 veya 1954’lerde o yılların en ünlü gazinocularından merhum Mehmet Çakır Bey, arkadaşına insan boyu afişi göstererek: (Yazık oldu bu çocuğa. Çok iyi yorumcu idi.) Arkadaşı kaşlarını çatarak merakla sordu: (Hayırdır Mehmet Bey, bu çocuğa ne oldu ki?...) Mehmet Bey üzgün bir tonda karşılık verdi: (Rıdvan Bey’cim, yeni bir erkek sanatçıyı devreye sokacaklarmış, onun için bu gencin ipini çektiler!...)
Benim bu muhavereye şahit olmam tamamen bir tesadüftü ve şu sebepten dolayı Mehmet Çakır Bey beni çağırtmıştı: Bir gün evvel yakın arkadaşım Sayacı Nubar’la, M.Çakır’ın gazinosuna giderek fasıl dinlemek istemiş ve kıtır patatesle, birer şişe bira söylemiştik. Giderken hesap istemiş ve hesabımızın patron tarafından ödendiği söylenmişti. Dolayısıyla çıkışta M.Çakır Bey’in yanına giderek, elini öpüp, teşekkür etmek istemiştim. Velâkin, gayet kibarca azarlanmış ve evimize gönderilmiştik. Özetle M.Çakır Bey, bize nasihat ederken son söz olarak: (Çocuklar! Tamam, artık yetişkin gençler olmuşsunuz. Ancak, benim gazinomda alkollü içki içemezsiniz. Yiyecek olarak her ne arzu ederseniz yiyebilirsiniz afiyet olsun. Ancak, alkol kullanamazsınız. Hesap da ödemenize lüzum yok. Sizler komşu çocukları olduğunuza göre, bizim de çocuklarımız sayılırsınız)
İşte bu sebeple çağrılmış ve bir porsiyon nasihat daha yiyeceğimi anlamıştım. Benim bu garip muhavereye şahit olmam bu sebepten dolayı olmuş ve iyi ki de olmuştu. Zira, bir magazin muhabirinin böyle bir habere bin bir takla atacağından hiç mi hiç şüphem yoktu... Bir müddet sonra vatani görevimi ifa etmek üzere, askere alındım ve Bahriyeli olarak vatani görevimi ifa ederken, bu meseleyi adeta unuttum. Ancak, 1957 Mart’ında terhis edildikten sonra, iki acı gerçekle karşılaştım: Birisi Ahmet Üstün: (Homodur!) iftirasına uğramış ki, o yılların gazetelerinde bu durum flaş olarak geçilmiştir. Bilahare henüz evli bulunduğu zevcesi, o yılların meşhur ses ve sahne sanatçılarından Necla İz. Bu durumu tasdikler şekilde ifade verip, kocasını daha da zor durumda bırakarak, evliliklerine son vermiş ve böylece 1960 yılında: “Hilton’un ABD bölümünde çalışmak gayesiyle ABD’ye gitmiş, 1964’te ise Amerikalı işadamı “Arthur Conforti’yle evlenmiş bu evlilikten bir çocuğu olmuş; 14 Mayıs 2001 tarihinde 65. yaşında vefat etmiştir. Geride bıraktığı oğlu ise kayıtlara göre (35. yaşında) imiş. Sıra talihsiz ses sanatçısı Ahmet Üstün’e gelince, böylesine adi bir iftiraya uğrayan bu talihsiz genç, İstanbul Üniversitesine müracaat ederek, kendisinin her açıdan muayene edilmesini talep etmiş ve tabii ki “temiz raporu” almış ama.. Ne çare, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti...
Yıl 1988 elimde bulunan bir günlük gazetenin tesadüfen ilân sahifesine bakıyordum. Tesadüfen diyorum, zira ilân sahifelerine pek bakmam. Bir de ne göreyim: Küçücük bir duyuru: Ahmet Üstün, 19 Şubat 1988 günü vefat etmiş!...
GÜNÜMÜZDE VAR OLMAYAN SAHİL MESİRESİ
KARA KAZMA KURBANI (SEMT-İ YENİ-KAPU)
Marmara Denizi’nin sahil incilerinden Semt-i Yeni-Kapu hemen hiç düşünülmeden (1956-1957) İstanbul istimlâki esnasında kör kazmaya teslim edilmeden, civar semtlerinin hemen her yaz istifade ettikleri sahil mesirelerinin başta gelenlerindendi. Gelin sizlere, istimlâk katliamından önceki yıllara geçerek, benim Yeni-Kapu’da ebeveynlerimle birlikte yaşadığım senelerden birer kesit sunalım:
Rahmetli Panos Dedemden kalma muhteşem bir yalımız vardı, lâkin zaman içinde hayli yıpranmış ve yıkılmaya yüz tutmuş olduğundan, yıktırmış ve yerine iki katlı küçük bir evcik inşa ettirmiştik. Yalının bahçesi ise, Osmanlı’nın son yıllarından itibaren Açıkhava Tiyatrosu olarak kullanılmaktaydı. Yâni, bizimkiler bir Ermeni tiyatrocuya kiraya vermişlerdi.
1933 doğumlu olan bendeniz, aklı erer yaşa geldiğimde (5. Yaşına) bahçemiz, Mehmet Raif Bey adında bir bey tarafından; sazlı, sözlü içkili gazino olarak değrelendirilmekteydi ki, daha sonraki yıllarda:
“GÖKSU AİLE ÇAY VE SİNEMA BAHÇESİ”, “NUR AİLE ÇAY BAHÇE VE SİNEMASI” adlarıyla istimlâk tarihine kadar faaliyet göstermiştir. Sandık-burnu mevkiinde bulunan bu tarihi sinema bahçesinin, solunda meşhur Gazinocu Mehmed Çakır Bey’in (M.Çakır) salaş gazinosu, sağ tarafında ise iki ev sonra yer alan meşhur “HAVUZLU-BAHÇE SİNEMASI” mevcuttu. M.Çakır’ın Gazinosu’nun hemen yanında o yılların meşhur Yeni-Kapu Gazinolarından “MAVİ TUNA GAZİNOSU” mevcuttu. Tren istasyonu istikametinde olmak üzere, bir salaş içkili gazino ve onun sahile inen ara boşluğunu geçince meşhur Kahveci Kevork’un salaş bölümü de olan üstü teraslı kahvehanesi vardı ve kahvehanenin hemen karşısında semtin çeşmesi, onun karşısına düşen meydanda da hemen her yaz tezgâh kuran bir fıstıkçı vardı. Bir ayağı kesik olduğundan, “Topal Fıstıkçı” lakabıyla bilinirdi. Yukarıda kayda geçtiğim gazinoların tam merkezine düşen bu meydanlık, yazları hemen her gece otomobillerle dolardı ki, o yıllarda 5-6 otomobil oldu mu, yanî bir arada duran birkaç otomobil oldu mu, bayağı bir hadise sayılmaktaydı. Hele insan kalabalığı ayrı bir hadiseydi gelenin, gidenin haddi hesabı yoktu..
Gazinolar ise bilhassa M.Çakır Gazinosu hemen her akşam ful dolu olur ve meydandaki kalabalık daha ziyade, M.Çakır’a gelen ünlü ses sanatçılarını yakından görebilmek için, adeta birbirlerini çiğnercesine öne geçmeye çalışırlar ve böylece muazzam bir izdiham olurdu... Keza, baloncular, keten helvacılar, şerbetçiler vs. eksik olmazdı ki, yazlık sinemalara gelen seyirciler ise, ayrıca izdihama sebebiyet vermekteydiler. Hele, Cumartesi ve Pazar günleri yazlık sinemalar açısından daha değişik bir hava estirilirdi. Şöyle ki, Cumartesi ve Pazar günleri mezkûr sinemalarda 2-3 perdelik orta-oyunları sahnelenirdi: “Naşit, Kel Hasan, İsmail Dümbüllü, Talat Dumanlı gibi dönemin büyük sahne ustaları, Yeni-Kapu’nun yazlık sinemalarında icra-i sanat ederlerdi. Böylesi istisnai günler; semt çocukları için adeta biçilmiş kaftandı ve bilhassa “Havuzlu-Bahçe Sineması” önünde toplanırlardı. Bunun başlıca sebebi ise mezkûr sinema bahçesinin giriş kapusu önünün hayli açıklık olmasıydı. Tiyatro veya konser olduğu günlerde mevzubahis sinemaların önleri: Renk, renk balonlar, kâğıttan renk, renk süsler, muhtelif bayraklar, çerçevesi yeşilliklerle süslü Atatürk posteri ve kapu önünde yer almış bulunan küçük bir bando takımı; İzmir Marşı başta olmak üzere muhtelif marşlar çalar, semt çocukları ise ellerinde tahta-kılıçlar, uygun adımlarla sözde resmi geçit yaparlardı. Kapuda bilet kontrolü yapan Niyazi Efendi ise, (Jilet Niyazi) gözleri yaşararak bizleri gösterir: (Bu millet batmaz! Bakın hepsi de doğuştan asker! Türk insanı ruhen askerdir!) derdi, kendisine “Jilet Niyazi” lakabının takılmasındaki sebep ise: Hemen her gün sinekkaydı sakal tıraşı olmasındandı. Temiz olmayı, temiz giyinmeyi pek sever ve arkadaşlarına Atatürk’ü misal aldığını söylerdi.
Çeşme önü meydanında bir de “atış poligonu” vardı ve yaz sezonu müddetince varlığını sürdürür ve de poligonda çalışan hostes kızlar, cilveli hareketler ve davetkâr bakışlarla, genç seyircilere tesir ederek: (Üç atış 5 Kuruş!) diye seslenir ve böylece müşteri kazandırırlardı. Bizler yani çocuk takımı ise, öylesine sadece bakmakla yetinmeye mecburduk zira, hem paramız yoktu ve hem de henüz küçüktük ve de bir an evvel büyüyebilmek için dua dahi ederdik ve bilemezdik ki; hayatın en körpe ve en renkli bir dönemini yaşamaktaydık. Heyhat ki! Bilemezdik ve ne acıdır ki, hemen her devrin çocuğu da bu özelliği bir türlü keşfedemeyecektir!...
Hele “Askeri-İnzibat” jipi’nin gazinoların meydanında acı bir frenle durmasının ardından, İnzibat Subayı’nın jipten inerek iki İnzibat eri ile birlikte, M.Çakır Gazinosuna dalışını seyretmemize adeta doyum olmazdı!... İnzibatlar; gece vakti, içerde subay olup olmadığına bakmak için gazinoya giriyorlardı. Evet o yıllarda öyle idi ve bilhassa subayların içkili yerlerden uzak kalmaları için her ne çare varsa tatbik edilirdi!...
M.Çakır Gazinosu’nun başlıca özelliklerinden birisi de, yerleri asla dolmaz ses sanatçılarımızdan merhum Hamiyet Yüceses (1915-1996) tarafından, merhum Hacı Arif Bey’e ait meşhur: “Bakmıyor Çeşm-i Siyah Feryâde” adlı gazelli parçayı geç saatlerde okuması idi ki, semt gazinolarının hemen hepsi de dışa verilen ses cihazlarını kapar hemen herkes merhum Hamiyet Hanımın billur gibi sesini dinlemeye koyulurdu. Gazinoya bakan açıklarda duran “alamana” veya yine balıkçılara ait balıkçı-motorlarından Marmara’nın nefis mehtabı altında Kum-Kapu’nun açık-deniz balıkçıları, aileleriyle birlikte bu emsalsiz sesi dinlerler ve reisler ah çekerek rakı kadehini diplerlerdi ki, motorun veya alamananın güvertelerine konmuş bulunan mangalda pişirdikleri ızgara balığından kopardıkları bir parçayı afiyetle yerlerdi. Denizdeki bedavacılar arasında aşka gelerek: (Nur ol, Hamiyet Abla nur ol!) diye narayı basanlar, motor veya alamana’dan havaya ateş edenler vs. gerçekten görmeye değerdi!....
Gelelim “Sandalcılar” veya “Olta-Balıkçısı” sahiline. Yeni-Kapu’nun olta balıkçıları meşhurdu. Bilindiği gibi, olta-balığı, ağ-balığından lezzetli olur.
Mezkûr balıkçılar yaz sezonları kayıklarını, mesire-sandalı olarak da değerlendirirlerdi ki, içlerinde bazıları, sırf mesire için kullandıkları ikinci bir sandala sahipti. Meselâ bunlardan meşhur Külhanilerinden merhum Bahriyeli Etem’dir. Etem Ağabey’in üç sandalı vardı; birisini balık tutmak için diğer ikisini de mesire gayesiyle kullanırdı; kadife döşemeli, ağaç rengi cilalı ve gövdesi nefis boyalı ayrıca tentesi olan bu mesire sandalları görmeğe değer birer deniz perisi gibi idi.
Balıkçılar mahal’inde ayrıca iki çay-bahçesi vardı, baştaki gazinocu Hasan Efendi’ye aitti ve “HASAN’IN ÇAY BAHÇESİ” adıyla faaliyet göstermekteydi. İkinci çay bahçesi ise, Samatyalı Meyhaneci Nubar Efendi’ye aitti ve “NUBAR’IN ÇAY BAHÇESİ” adıyla faaliyet göstermekte olup, tren yolu duvarının hemen dibinde olan güzel bir aile çay bahçesi idi. Her iki çay bahçesi de, semt sakinleri ile civar halkının pek rağbet ettikleri birer şirin sahil çayhaneleriydi.
Saygıdeğer okuyucularım. Şayet nasipse devamını bir sonraki yazımda bulacaksınız. Dolayısıyla, bir sonraki yazımda buluşabilmek dileğiyle tüm okuyucularıma mutluluklar dilerim efendim.