Ne tarihçilik, ne muharrirlik ve ne de gazete yazarlığı avukatlık değildir. Bilindiği gibi, avukatlık mesleğinde; hukukun tanıdığı hak mucibince, bir avukat kanunun tanıdığı hak çerçevesinde; “masumu da, katili, hırsızı da” savunmakla mükelleftir. Bu durum tabiidir. Çünkü, kanunlar huzurunda hemen her insanın müdafaa edilme hakkı vardır. Ancak; ne tarihçiler, ne muharrirler ve ne de muhtelif dallardaki gazete yazarları, bu kategoriye girmez. Zira onların görevi savunmak değil; mensubu bulunduğu halkı, önemli konularda bilgi sahibi kılabilmektir.
Ancak üzülerek görüyoruz ki, kendilerini savunma avukatı sanan bazı yazarlar mesleğinin elverdiği avantajı ziyade değerlendirerek, bazı hususlardan dolayı kendini müdafaadan aciz kalan kavimlere karşı en insafsız şekilde veryansın etmekten geri kalmamaktadırlar!...
İşte bu sadece yanlış değil, aynı zamanda vicdansızlıktır!...
Geçtiğimiz günlerde “Azerbaycan’ın ülkemizdeki gösterisini” önceden haber veren ve kendi sütunlarını bilhassa böyle bir hususa tahsis etmekten geri kalmayan ve ne acıdır ki; acemi de değil, yılların usta kalemlerinden bazılarının böylesi bir yanlışı üstlenerek, hodri meydan diyebilmiştir!..
Milletimizin “soydaşı”, ülkemizin vatandaşı bir kavimin şerefli adına saldırması ve bazı kandırılmış gençlerin de (ERMENİ PİÇİ!) tabirini kullanarak biz Türkiye Ermenilerini pek ziyade üzmüş olması vs. bir yana, sayın İçişleri Bakanımızın da böylesi bir gösteride maalesef hazır bulunması ve (dökülen kanın hesabı sorulacaktır!) nevinden hitaplarla malûm gösteriye katkıda bulunması, bizleri daha da üzmüştür!...
Daha sonraki günlerde, Sayın Dışişleri Bakanımızın Gayr-ı Müslim kavimlerin dini başkanlarıyla görüşmeleri ve bu sebeple Türkiye Ermenileri Patrik Vekilimizle de bir görüşmede bulunarak lütufta bulunmaları, emin olunsun; Biz Türkiye-Ermenilerini memnun kılacağına bilâkis üzmüştür. Niçin mi? Gayet basit: Bizlerin aslında “Dış İşleri Bakanlığına” bağlı olduğumuzu ve en iyimser bir tahminle kendimizi öyle sanmamıza başlıca sebep teşkil etmiştir!...
Peki haddimiz olmayarak soruyoruz: (Niçin “İç İşleri” değil de, “Dış İşleri” Bakanı ziyaret etmektedir?...) Kaldı ki, Sayın İçişleri Bakanımızın: “Yarım elma, gönül alma” misali; Ermeni Patrikhanesini ziyaretle bizleri sevindirmelerine hiç mi hakkımız yoktu?..
Henüz devlet olabilme vasfına erişememiş ve fakat, buna rağmen kendisini üst düzey vasıflı devletlerle kendince bir tutan ve ancak, günümüz Ermenistan’ı ile olan problemini: “Ermenistan’ı yok etmekle” hâl edebileceğine inanarak, böylece asıl kimliğini istemeden de olsa meydana koyan Azerbaycan devletinin; Ülkemizde bir Azeri şovu düzenleyerek, bu arzusuna başkalarını da ortak etmeye kalkışması vs. ülkemiz idarecilerinin siyasî düşüncelerini alâkadar eden bir meseledir ve bu hususta herhangi bir yorumda bulunmak bizleri aşar!..
Ancak, bir husus var ki, biz Türkiye Ermenilerini de yakından ilgilendirmektedir ve özetle şudur:
Hemen her zaman ve her kötü meselede Ermeni adı ön plânda olmakta ve hemen herkes dilediği şekilde yorumlayabilmektedir!..
İşte bizlerin asıl problemi budur! Ermeni adı (Piçlikle) eş değerde görüldü ve ne acıdır ki, sayın parlamentomuzdan bizim şerefli adımızı koruyan tek bir ses dahi çıkmadı!... Acaba niçin? Hemen arz edeyim; tek kelime ile sahipsiziz de ondan!...
Diyeceksiniz ki: “Bir yanlış olmuş geçmiş, izam etmeyelim!...”
Cevabım şu olacaktır: Sizin ırki adınız hiç böylesine bir hakarete maruz kalmış mıdır?... Sizler hiç böyle bir acı duydunuz mu? Cevabını ben vereyim: Asla! Çünkü sizler, bizler gibi sahipsiz değilsiniz. Bizler hakkında hemen herkes dilediği kadar, dilediği gibi konuşup; ihanetle, hainlikle, kalleşlikle, gâvurlukla ve daha her ne kadar melânetlik varsa üzerimize yığmakla sözde bir marifet yaptığını sanmakta ve bu marifetiyle de övünmektedir!...
Dolayısıyla; takriben (5. yaşımdan beridir ki,) duyduğum bu yakıştırmalar elbette bir gün son bulacaktır diye umut ederken, şimdi de: (Ermeni Piçi) yakıştırması arz-ı endam etti!...
Saygıdeğer devletimi temsil eden parlamento, hükûmet ve muhalefet partilerinden tek bir dileğim var ki o da şudur:
Tamam bizi sevmeyin ve zaten böyle bir mecburiyet de yoktur. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Devletin Vatandaşları olduğumuza göre, bizleri korumak mecburiyetindesiniz. Ancak, bu hususta hemen hiçbir hareket görülmemektedir?...
Bu niçin böyle olmaktadır!... Bendeniz bu ülkede Deniz-Eri olarak (36. Ay) vatani hizmet ifa ettim. Niçin? Kendime Ermeni Piçi dedirtmek için mi!...
Asırlara dayanan muhteşem bir Devletçilik mazisine sahip Devletimizin böylesi basit, ucuz ve günlük politikalara muhatap mı olması lâzımdı!..
Tam manada merakıma mucip olan ve beni devamlı huzursuz kılan şu sualim lütfen cevaplasın ve yersiz kuruntulardan kurtulabileyim ki, bu sadece şahsımı değil, aynı zamanda Türkiye Ermenilerinin cümlesini kapsamaktadır:
Şayet bizler normal vatandaş statüsünde isek, hiç ayırım yapmadan Ermenilere Piç diyenler, kesin olarak bizlerden özür dilemelidirler. Yok normal vatandaş statüsünde değilsek, o zaman bizler; “Birleşmiş Milletler” kuruluşu kanalı ile uygun görülen bir ülkeye gönderilebilmemiz için, “Dış İşleri Bakanlığımız” lütfen harekete geçmelidir.
Zira, olsun ırki ve olsun dini açıdan, devamlı hor görülmekteyiz. Türkiye tarihinin hemen hiçbir döneminde bu derece sorumsuz ve “Faşist” kimselerin at oynatabildikleri bir ülke olmamıştır... 
Soruyorum, “Azeri ve Ermeni” devletleri arasındaki problem bizleri niye alâkadar etsin ki!... Türkiye’de böylesi bir gösteriye ne lüzum vardı. Türkiye, Azerbaycan’ın “ileri karakolumudur?..” Devletlerarası hemen her şekilde iş birliği yapılabilir. Bu tabiidir. Ancak, hangi ülke olursa olsun; herhangi bir ülke kendi vatandaşı konumundaki bir kavmin adının, hangi sebeple olursa olsun hakarete uğramasına asla müsaade etmemelidir. Bu yanlıştır!...
Her ne ise, bu bahsi burada kapayalım ve bizim ırki adımıza çamur atanlara şu cevapla bu bahsi burada noktalayalım.
(Her güzel söz gibi, her kötü söz de sahibine aittir!)
Gelelim asıl konumuzun devamına ve bu kayıtlarımızı okuyanlar bir nebze olsun düşünmeli ve Türkiye’yi uçuruma sürükleyen serdengeçtilerin ne yaman birer zararlı haşarat olduklarını açıkça görmeli ve de ellerini vicdanlarına koyarak ve şayet kalmışsa, bir nebze olsun doğruları görebilmeli!...
Merhum, Yüzbaşı Ahmet Refik ALTINAY’ın değerli eserinden devamla; 1915 Tehciri’nin, “Eskişehir Tren İstasyonu” vak’ası bölümünden alınan bazı pasajlarla devam edeceğiz.
Ben. Azerilerin uyguladıkları yönteme tevessül ederek: (Türkler, küçücük çocukların derilerini yüzdüler...) nevinden duygu sömürücü mesajlara yer verecek değilim. Zira, böylesi mesajlar sadece tek bir işe yarar ki, o da şudur: (Her iki taraf arasında kahredici bir düşmanlık.) Böylesi bir gaye ile yapılan herhangi bir icraat, sadece her iki kavimin, düşmanlarının ekmeğine yağ sürmekten ileri gitmez.
Türkiye’miz, 1915 Tehciri ile alâkalı müzminleşmiş çözmek istiyorsa ki, muhakkak çözmesi de şarttır. Zira; üçüncü devletlerin bu uğursuz vak’ayı her daim sömürebilmelerinin yolu ancak bu şekilde kesilip, atılabilir. Bu olumlu netice ise, ancak ve ancak, “Türkiye ile Ermenistan”ın kendi aralarında görüşüp, mantık çerçevesinde anlaşabilmeleriyle mümkündür.
Türkiye milletlerarası stratejik ve politik güç konumuna güvenerek, Ermeni tasarısını rafa kaldırtmakla, bu uğursuz meseleyi asla sonuçlandıramaz. Zira, Türikye üzerinde muhtelif isteklerle yoğrulmuş bazı emperyalist devletler, bu menhus isteklerinden günümüzde dahi vazgeçmiş değillerdir. Dolayısıyla Türkiye ile Ermenistan’ın aralarındaki düşmanlığın kesin şekilde son bulması onları işine gelmez.
Nitekim, Azerilerin, İstanbul-Taksim’de icra ettikleri şov da bu iddiamızın bir parçasıdır. Kim ne derse desin: Azerbaycan bu hususta kendi istemeden de olsa, bir güç veya güçler tarafından kullanılmıştır. Dolayısıyla, yapılacak en olumlu hareket: Türkiye ile Ermenistan’ın bu meseleyi kendi aralarında çözebilmektir. Bunun başkaca bir olumlu alternatifi yoktur ve vardır diyen yanılır!...
Gelelim tefrikamızın devamı ve özet sonuç’una. Özet diyorum zira, daha uzun yazmaya lüzum görmemekteyim. Zira daha önceki bölümlerden de menhus vak’a hakkında yeterli bilgi aktarılmıştır, inancındayım!...
SÜRGÜN ERMENİLERİNDE       MÂNEVİ İNANÇLARI DA SARSAN TEHCİR HAREKETİ!...
(Bu felâket kalpleri paralıyordu. Bir gün karı-koca bir Ermeni ailesi konuşarak gidiyorlardı. İkisi de çok ümitsizdi. Fakat, erkeğin bitkinliği daha bir göze çarpıyordu. Kadın ise kocasını teselli etmeye çalışıyordu:
- Ne yapalım, diyordu, Allah büyüktür! Elbette bizi de gözetir!
- Erkek ise adeta çılgın gibiydi. Birden öfkelendi, karısına sert, sert baktı:
- “Hâlâ Allah mı diyorsun? Eğer o varsa, bizi de görüyorsa, bu durumumuz ne oluyor?” diye bağırdı. Tarihin en tutucu Hıristiyanları olarak bilinen Ermeni’yi bile, üzücü olaylar böyle çıldırtıyordu. Karı, koca dereye doğru yollarına devam ederken, erkeğin yırtık yeni ile gözlerini sildiği görülüyordu.
Nihayet bir gün korkunç bir emir geldi:
ESKİ-ŞEHİRDEKİ AZINLIKLAR DA TAHLİYE EDİLECEKTİ!
Merkez memuru için artık gün doğmuştu. Eski-Şehir bu haber üzerine önce bir matem sessizliğine büründü. Sokak başlarında nöbetçiler bekliyor, evlerden de çekiç görültüleri işitiliyordu. Bir zamanlar pencerelerinin önünde, utangaç tavırları, namuslu simaları, afif edaları ile dikişlerini diken, erkek yüzü görür görmez başlarını içeri çeken günahsız kadınlar, genç kızlar, hasta ve ihtiyarlar, bahtsız çocuklar da... bu felaket ve ölüm seferine karışacaklardı. Gerçekten de öyle oldu. Ertesi günü Eski-Şehir’in çaresiz aileleri, ellerinde birer sepet, kollarında paltolar, hayvan vagonlarına bindiler. Gözleri yaşlarla dolu, kalpleri heyecanla sarsılmış; Yüzyıllardan beri sevdikleri, oturdukları, yaşadıkları evlerini, çiçekli bahçelerini, aziz hatıralarını bırakarak, Eski-Şehir’in ufuklarına doğru, Kahraman Osman Bey’in adaletinden akisler parıldayan tarihi beldeye veda ettiler. Elcezire’nin kızgın çöllerine doğru, açlığa, sefalete, perişanlığa, belki de ölüme gittiler. Bu günahsız insanları kurtarmak için hiçbir çare yok muydu?
Eski-Şehir’de çok az Yahudi vardı. Onlardan biri bir gün yanıma geldi. Ermeniler aleyhine atıp tutarak, bana yaranmak istedi. Dikkatle gözlerime bakarak dedi ki:
- (Beyefendi! Çok güzel oldu. Gidiyorlar değil mi? Uğurlar olsun!.. Neler yapmamışlardı ki? Biz Türklere neler yapmamışlardı?)
Bu adam gibi iki yüzlü insanlar Eski-Şehir’de çoktu. Fakat asıl hal çoğunluğu bu olanları üzüntüyle seyrediyordu. Bir tarafta Ermeniler tehcir ediliyor, sürülüyor, diğer taraftan da Türk insanı, kafile, kafile ateşe götürülüyordu..
Ermeniler sefalet içindeydi. Birkaç aydan beri buradaki bahçeleri işgal edenler; artık Konya’ya Pozantı’ya gönderilecekti. Fakat kimse yerinden kımıldamak istemiyordu. Hemen hepsi de inanıyorlardı ki Pozantı’da kendilerini bekleyen korkunç bir son vardı: Ölüm!..
Dağların etrafı, çamlıklar, ittihat hükümetinin İstanbul’dan gönderdiği çetelerle doluydu. Halk, ölmemek için, Eski-Şehir’de kalmaya çoktan razıydı.
Hem zavallıların ne kabahati vardı ki? İsyanı hazırlayanlar vaktiyle İttihatçılarla birleşenler değil miydi?) Sahife: 33-34-35-36-37.
Saygıdeğer okuyucularım: Hz.Allâh; Aziz millet ve ülkemizi her daim “ırkçı faşistlerden” korusun!
Yeni bir yazıda buluşabilmek ümidiyle cümlenize hayırlı yarınlar diliyorum saygıdeğer okuyucularım.