Tevhid ilmi, insana hem yaratıcısını hem de yaratılış gayesini hakkıyla bildirir. İnsanın hayat serüveninin bir savruluş olmaması tevhidi bütünlükten kopmamış olmasına bağlıdır. “Müslümanlıkta en büyük temel, İslam inanç esaslarıdır. Allah katında makbul, akla ve hikmete uygun olan bir dine ulaşabilmek için bir Müslüman’ın İslam inanç esaslarına ait meseleleri bilip tasdik etmesi gerekir. (Ömer Nasuhi Bilmen, İslam Akaidi, Semerkand yay., İst-2016 S.19)

             Tüm ilimleri kuşatan yönüyle tevhid, bu büyük çerçeveden halk edilen her şeye bakma imkânını veriyor.  Halk edilen her şeye bakarken bütünden çıkan mananın eşyaya sirayetinin ne şekilde olacağı ile ilgili fikirleri de veriyor. Bu bakımdan söylenebilir ki Tevhid ilmi, dinin başıdır. 

            En başta tanınan meşhur olanın, bilinen daim olanın; mülkünde bize tasarruflar yapma hakkını vermiş olması, ebedi saadetin çizgisini tarif etmiş olması, hamd ile zikredilmeye layık olanın da zâtı olduğu hakikatine bizi ulaştırır. Allah’ı tanımak dinin başıdır. Diğer bütün kurallar bu izin takibidir. Üstad Bediüzzaman’ın ifade ettiği o güzel, veciz söz: "Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.” 

         Akaid, hem Allah’ı kula tanıtırken hem de kulluk idrakini de veriyor. Bunu hayatın manasını, hayattan hâsıl olan maksadı bildirerek veriyor. Bu istikametten çıkarım: Tevhid ilminin, İslam akaidinin içselleştirilmiş olunmasının en büyük kazanımı kulluk psikolojisidir. 

     Kulluk psikolojisiyle hareket, iman ile harekettir. O halde kulluk psikolojisini içselleştirmek gibi ulvi bir kazanımı olan Tevhid ilmi, Akaid ilmi aynı zamanda İman ilmidir. Allah'ın muradı kulluğun ifası ise bunun imansız bir bünyeden cereyanı söz konusu olamaz. Olmuş gibi görünen sadece münafığın takiyesidir. Münafığın davranışı, sadece gördüğü veya duyduğuyla amel eden kişiye kısa vadede inandırıcı görülmekten ibaret kalır. Bize lazım olan ise her türlü riyadan ve nefsi hastalıklardan arınmış olan safii amel, itikadi istikametin menziline gider, götürür. 

Akaid ilmi bu gayeyi gerçekleştirirken şu görevleri de yerine getirmiş olur: 

1- İman esaslarının ispatını, izahını ve yorumunu yapmak. 

2- Taklidî bir imandan tahkikî iman derecesine ulaşmanın yollarını göstermek. 

3- Doğru inancı ve hakikati arayanlara rehberlik etmek. 

4- Sapık düşünce sahiplerinin görüşlerini ve İslam’a yönelik itirazları çürütmek. 

5- Allah’tan başka ilah olmadığını gönüllere yerleştirerek, müminlerin ihlasla ve makbul ameller yapmalarına yardımcı olmak. 

(https://www.islamveihsan.com) 

          Vacibu'l - vücud, yani varlığı sadece kendisinden kaynaklanan olan yüce Rabbimizin sıfatıdır. Tüm mevcudat onun varlığının neticesidir, gereğidir. 

        

      Allah'ın varlığına inanmak fıtridir. İnsan yaratılışı itibariyle bu hakikatle iç içedir. Bu yüzden tevhid zarurettir. Kısaca tevhid hayattır. Hayatı doğru anlamlandırabilmektir. "Maturidiyye âlimlerine göre, Allah Teâlâ'ya iman etmek fıtratın bir gereğidir. Her insanın bozulmamış sağlam fıtratı, ilahi varlığın bulunduğunu kabul eder."  Age. s.37

        Ömer Nasuhi Bilmen Hoca “İslam Akaidi” kitabında taklitten ibaret kalan imanı “çukur” olarak tarif etmiştir. Burada taklit hususunun “çukur” olarak ifade edilmiş olması dikkat çekicidir. Elbette inanç, ilim ve yakin üzerine olmalıdır. İhlasta bu ilmin ve yakinin sonucudur. Taklidi bir iman ile gidilebilinecek yol asgaridir. Maksada ulaştırmaktan acizdir. Bu sebeple taklidin “çukur” olarak ifade edilmesi anlaşılabilir. 

       Fakat bilineceği üzere her kazanım bir gayretin neticesidir. Tahkiki bir imanın oluşmasında taklidin bir yol olarak görülmesi ona olan tenkidi sınırlamayı gerektirir. Tabi burada bahsi geçen taklitten kastın; “kalbe ulaşmayan malayani sözler, davranışlarda riya, sadece dünya kazancı için yapılan çaba” olması da muhtemeldir. Tahkiki imanı menziline, hedefine alan her müminin taklide getirilen anlamları da hususiyetle inceleyip akılda tutulması elzemdir.

     

............................................

         İnsan Allah'ı tanımaya çalıştıkça kendine ve nefsine ait şeyleri tanıyacaktır. Allah Teâlâ’nın en güzel şekilde tanınması onun fiiliyat planında yani sünnetullah ile tanınmasıdır. İnsan buna ancak okumak suretiyle malik olur. Onun ayetlerini okumak, hem yazılı hem tekvini(yaratılış) ayetlerini okumak, tanımaktır. Bu tanımak kuru bir malumat sahibi olmaktan çok daha öte bir eylemdir. İlk emiri "Oku, yaradan Rabbinin adıyla oku.”" hatırımıza getirdiğimizde ilmin ve dinin fiiliyatla olan bağına şahitlik ederiz. Hakikati imaniye ile itikat ilmi ile insan, doğumundan sekerata kadar dünyevi hayatında ayetlerden birinin de kendisi olduğunu bilecektir.

      O halde ayetlere yazılı ve tekvini ayetler olarak bakıp yazılı olan ayetlerin tekvini olan ayetlere bir fihriste, bir kılavuz olduğunu bilmelidir. Nitekim İslama muhatap olanlarca takdir edilecektir ki “Oku” ayetinin nüzlu esnasında etrafta okunabilecek bir yazı bulunmamaktadır. Ayet, bizi okumaktan maksadın derinliği ve genişliği konusuna temas ettirir. 

      Alak süresi ilk beş ayeti : “Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1,2. Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı "alak"dan yarattı.

3. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır.

4,5. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” 

          Allahü Teâlâ, İslam’ın muhatabını ilk ayetleri ile Tevhidin iklimine çekmesi bizim varlığa hangi perspektiften bakmamız gerektiğini öğretir. Müminin dersi burada başlar: “kendini tanı Rabbini tanı. Mevcudata anlamını tevhidin ikliminden, tevhidin merkezinde bulunmak suretiyle ver. Her şeyden evvel bilmekle, anlamakla, hakikate kalbini açmakla mükellefsin...”

     Tevfik ve inayetle