Geçtiğimiz günler içinde sabah gazeteleri gözden geçirirken: Bir köpeğin denize atlarken çekilmiş bir fotoğrafı ve köpeğin “Paşa” adıyla tanıtıldığı resim altı haberi yarı okumuş, yarı okumamıştım ki, hayretler içinde gazeteyi parça, parça ederek çöpe attım?!..
Cümlemizin bildiği gibi, bizler yüksek rütbeli subaylarımıza batılı deyimi ile “Generalim” yerine, eskisi gibi “Paşam!” deriz ve zaten yüksek rütbeli subaylarımız da yekdiğerine “Paşa, Paşam” tabirleriyle hitap ederler. 
Böylesine bir densizlik hiç kimseden beklenemez. Çünkü; bir askeri tabir hemen hiç mi hiç düşünülmeden ulu-orta kullanılmış ve bir “köpeğe” (Paşa!) adı takılabilmiş ve en acısı da tirajı yüksek bir mevkute de bu zavallılığı magazin niyetine kullanabilmiş?!.. 
Bu durum bizlere neyi gösterir? Hemen arz edeyim: “Millî duygularımız açısından hayli erozyona uğramışız ve bu böyle devam ederse, Taçsız Sultanlar devri, kalanı da alıp götürecektir...” 
Taçsız Sultanlar devri tabirini kullanmamdaki başlıca sebep, bir asır evvel, devrin Padişahı’nın tahtından edilerek, sürgüne gönderilmesi ve hemen peşinden İmparatorluk idaresine el konarak, bu sefer de “Taçsız Sultanlar Devri”nin gündeme gelmesiyle muhteşem bir İmparatorluğun kader çizgisinin el değiştirmesi, nihayet aynı paralelde günümüze kadar gelinebilmesi, Aziz Milletimizin en büyük kaybı olmuştur!... 
Gerçi Cumhuriyet devrimizin ilk yılları (1923-1938) gerçekten cümlemizi sevindirmiştir. Ancak, Gazi Hazretleri’nin erken vefatı, hemen hepimizin en büyük talihsizliği olmuştur... 
Daha sonraki yanî, (40’lı yıllardan itibaren) ülkemizin “Taçsız Sultanlar” eline geçmesi, bilhassa Gayr-ı Müslim vatandaşları yabancı ve de düşman gören bir zihniyetin ülke çapında söz sahibi olabilme şansını elde etmesi... 
Sakın ha! Hiç kimse kalkıp da; “Bizler ayırım yapmadık, Türkiye demokratik bir sistemle idare edilmekteydi. vs.” gibi antika kelamler sarf etmeye teşebbüs etmesin çünkü, bunların hemen hepsi de olmuş ve zaten belgelerle de sabittir!... 
Sözde Türk Milliyetçiliği başlara taç edilmekte, Türk adı övgülerle anılmakta, bazı etnik kesimler ise yerden yere vurularak, Türk insanının gözünden tamamen düşürebilmek için elden gelen esirgenmemekteydi... 
Evet, değirmenin çarkı böyle dönmekte ve Müslüman kesim “militarist” bir sistemle uyutulabildiği için de, devleti idare edenlerin başları pek ağrımamaktaydı!... 
Ne var ki, ülkemiz halkı içinde yer alan ve sessizce hedefe doğru ilerleyen “sol cenah”, 1960’lardan sonra aniden harekete geçti ve Fransa’da başlatılan “Gençlik cereyanları” içinde yer alan “İllegal faaliyetlerin” ülkemizde de boy göstermesi (1965) Türkiye’yi hiç de istenmeyen bir siyasî hareketin merkezine attı! Nitekim, o pek öğünerek sözünü edenlerin (1968 Kuşağı) ile pek övünmeleri, aslında övünmekten ziyade o tarihlerde uyutulup ateş hattına sürülen gençlerden geride kalanların uyanarak hesap sormamaları için, meydana getirilen bir siyasî taktik olmuştur. Nitekim aynı taktik günümüz gençliğine de uygulanmakta. “1990 Gençliği” gibi kelamlarla, gençler ateş hattına sürülmek istenmektedir... 
Denecektir ki, bu konuyu daha evvel yazmıştınız. Evet yazmıştım! Başlarını kuma gömenler, kumdan çıkarmadıkça da her daim yazacağım!... Hemen hepimizin kabule mecbur olduğu bir gerçek var: Parlamenterlerimiz, bürokratlarımız, diğer yetkili kuruluşlarımız, topyekûn kendi iç âlemlerine kapanmış, değil dış dünyayı izlemek, ülke insanının ne durumda olduğu ve kendileri hakkında ne düşündüklerini dahi bir nebze olsun göremeyip, bilememektedirler!.. 
Ülkemizde, millî varlığımızın başlıca temel gücü, hiç şüphesiz saygıdeğer “Silâhlı Kuvvetlerimiz” olmuş ve yarınlarımızda da aynı güç başlıca güvencemiz olacaktır! Bizler istesek de, istemesek de bu böyledir ve böyle kalacaktır. Çünkü, biz yaradılış itibarıyla, “militarist bir milletiz.” Muhteşem mazimiz içinde sadece “Selçuklu ve Osmanlı” devletlerinin tarihi varlıkları tetkik edilecek olunsa, bizim bu iddiamızda ne derece haklı olduğumuz açıkça görülür. 
1948’den günümüze ülkemiz insanına kademeli şekilde benimsetilen “Amerikan yaşantısı” her ne kadar uğraşılsa uğraşılsın, bizlere benimsetilemez. Zira, yaradılış ve karakter yapımız böylesi bir yaşantıya uygun değildir. Öz Türkçesi: Bizler “Tüccar zihniyetine” uygun bir millet değiliz! Milletlerarası münasebetlerde de bu yönümüz ağır basar. 
Demokrasi, yani demokratik yaşantı başlı başına bir problemdir. Gerçi İngiltere’nin ünlü Başbakanı Sir Winston Churchill (1874-1965); “Demokrasi pek değerli bir rejim sistemi değildir. Ama, diğerlerinin içinde en uygun olanı olduğu için, benimsenmiştir” demiştir. 
Gerçekte de hemen her hür ülkede uygulanan demokratik idare, daha ziyade rejimin veya ülkenin muhaliflerinin işine yarayan garabetlerle donanmış bir rejim sistemidir. 
Demokrasi’nin hemen her ülkenin, iç işlerine müdahale edilebilmesini sağlamakla birlikte; Milletler arası kurulu hukuka göre de sizin devletinize: kendileri açısından yanî milletlerarası kanunlara göre, yargı yolu ile ceza veya ambargo uygulayabilir. Peki bunun iyi tarafı yok mudur? Tabii ki vardır. Meselâ bu konuda her zaman söz sahibi olan “Milletlerarası Mahkeme” olmasına rağmen, sizin bir devletle olan probleminizin hâl edilebilme uğraşında; hiçbir zaman taraf olmaz. Yanî ayırım yapmaz. 
Böylesi müesseseler tabii ki, çağdaş anlayış açısından gayet değerli kuruluşlardır. Lâkin, hiç göze çarpmayan bazı yönleri vardır ki, ülkenin millî menfaatleri açısından hayli düşündürücü olabilir. Demokratik sistemin nimeti olan bu faktör, zaman içinde Milletinizin millî duygularına zarar verebilir. Meselâ: askerlik sanatının “adam öldürme sanatı olduğunu”, “Savaş yapma, aşk yap” düşüncesinin halka empoze etmemin ne yaman tehlikeler arz ettiğini ilk bakışta göremezsiniz. Ancak, görülmesi de elzemdir!... 
Dahası doğru düzgün ölçüp biçmeden, “Kadın-Erkek Eşitliği” meselesine parmak basmak, “homo seksuel yaşantıyı meşru görmek, aynı cins evlilikleri tabii görmeye meyletmek vs.” bütün bunlar bizim dünyamızın dışında olan menfi gelişmeler ve ayrıca herhangi bir yanlışın veya suçun meydana çıkarılabilmesi için “sivil mahkemelerde askerleri yargılamak” ki, bu en önemlisidir, Türk Milletini ne hâle getirmişse acaba görebilmekte miyiz?.. 
Buyurun en son numune: (Bir köpeğe takılan ad: PAŞA) 
Militarist bir konuda mangalda kül bırakmayan ve de sözde milliyetçi geçinen, ağzına sakız ettiği “azınlıklar edebiyatı” ile kişilik bulmaya çalışan ve de aynı zamanda Demokrasi Havarisi kesilen, zavallı yaratıklar! Acaba şu an ne düşünüyorsunuz?..
Şöyle böyle, gün yok ki, bir genç kadın öldürülmesin veya ağır şekilde bıçak yarası almasın. Peki şu son senelerde böylesi canavarca vak’alar acaba niçin hayli hız kazandı?... Dahası ırza geçmeler, kızı ile yatan babalar ki, böylelerine baba denmez: Zira iskele babası dahi olmaya hakları yoktur!
Şimdi soruyorum, bütün bu garip ve ürkütücü yanlışlar nasıl oluyor da ülkemiz içinde boy gösterebilecek zemin bulabiliyor?!... 
Bence, sebebi gayet basit hükûmet ve muhalefet, el birliği etmişçesine, ülke sorunlarını bir tarafa bırakmış birbirleriyle dalaşmakta biri diğerine olmadık hakaretlerle saldırmakta ve böylece Parlamentomuz el birliği ile ülkemizin düşmanlarını sevindirmektedir... 
Yüksek tahsil gençliğimiz; “Kafeterya, Kulüp ve Bar” gibi müesseselerde kişinin nevine göre değişir, bir takım zararlı içkilerle haşır neşir olmakta ve böylece sözde yüksek öğrenim görmektedir!... 
Yüksek tahsil gençliğinin ilmi açıdan bilgi sahibi olabilmek için sığındıkları öğretmenlerinin büyük bir kısmı onlara ya “Sosyalizm’i” veya devlete baş kaldırmanın inceliklerini(!) öğretmekte ve böylece; bilim adamı yerine militan yetişmektedir!... 
Ordumuz içinde zuhur etmiş bulunan bazı nahoş hadiseler sebebiyle ilk göz altına alınan ve sonra yargılanmak üzere hapsedilen yüksek dereceli subaylarımız ki, bunların hemen hepsi de birer komutan, birer vatanperver asker olarak bilinmektedir. Sivil Mahkemelerde yargılanmakta ve bu durumdan istifade eden Medya ve TV kuruluşları, onları küçültücü haberlerle, halkın gözünden düşürmekte, diğer taraftan da cefakâr Polis Teşkilatımız da halk ile karşı karşıya getirilmeye çalışılmaktadır... 
Netice? Neticesi basit, hazret tutmuş köpeğine “Paşa” adını koymş ve de medya da bunu aktüalite olarak değerlendirmiş...
Sayın Kılıçdaroğlu ve Sayın Bahçeli hemen hiç durmadan Sayın Başbakana veryansın etmekte “vatan hainliğinden” tutun da, akla her ne gelmişse, söyleyip durmaktadırlar. 
Peki, Türk Milletinin kahir ekseriyeti, oylarını AK Partiye mi yoksa Sayın Tayyip Bey’e mi vermiş orası bir meçhul olarak kalmaktadır?... 
Kim haklı, kim haksız, onun muhasebesini Millet yapmakta ve önümüzdeki seçimlerde hemen herkes layık olduğu payı alacaktır. Dolayısıyla bizim üzerinde hassasiyetle durduğumuz, değerli Parlamentomuzun bölük, pörçük fikirlerin çatıştığı bir alân halini almış olmasıdır!... 
Medyamız ve TV kanallarının da memleket meselelerinden ziyade böylesi aktüel haberler peşinde koşmalarıdır!.. Diğer taraftan; Sinema, Tiyatro, Hanende ve diğer değerli san’at dallarından hizmet sunanların, memleket meselelerine merak sarmaları ve böylece Hükûmet tarafından içlerinden seçimler yapılarak “Akli bir sınıf” meydana getirilerek, Taksim Gazisi mevzuunda halkı uyarabilmek görevi ile devreye sokulmuş ve böylece kendilerince hizmet sunmaya çalışmaktadırlar.
Görülüyor ki, ülkemizin hemen her sınıfından istifade edilmekte ve bir an evvel milletçe selamete çıkabilmek için gayret ve çaba sarf edilmektedir. 
Fakat ne acıdır ki, Gezideki protestocular, sadece kendilerinin söz sahibi olduğu ve milletin kendilerini dinlediğini ileri sürmüşler ki, bu durumdan son derece üzüntü duyan Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan, onlara hitaben şu tarihi demeci vermişlerdi: 
(Millet sadece Gezi Parkı’nın içinde olanlar mı? Adana’da, Mersin’de, şu anda Ankara’da toplananlar millet değil mi?) 
Görülüyor ki, Gezi Parkı vs. hemen hepsi de bahane. Asıl istenen İktidar da değil, doğrudan Devlettir! Ve o körpecik dimağlar törpülenerek, siyaseten istismar edilmektedirler. 
Devleti temsil eden Hükûmet ki, üstelik Milletin çoğunluğu tarafından seçilmiş ve de seçimle iktidara gelmiştir. Her daim küçümsenmekte ve milletimize bir hiç olarak tanıtılmak istenmektedir. En ziyade parmağa dolandırılan da, Başbakan’ın ABD yanlısı ve onun borazanını çaldıran bir kişiliği olduğu iddiasıdır. 
Öyle midir, değil midir orasını pek bilemem, lâkin, 1949’lardan günümüze hangi hükûmetin bağımsız hareket ettiği görülmüştür ki?... Dünyamız kutuplara ayrılmış, “nükleer güç” açısından kuvvetli olabilenler Cihan Hâkimiyeti yolunda her daim başa güreşmiş ve bir çok ülkeyi bağımlı hale getirebilmiştir... 
Biz Türkler, daha doğrusu Türk Dünyası’nın lideri konumundaki Türkiye, hemen bir çok meselede yaya kalmaya mahkûm olmuş, bir türlü düzlüğe çıkamamıştır. Çünkü yitirilmiş bir koca İmparatorluğun enkazı üzerinde bir avuç toprak sayılabilecek yeni bir Yurt kurmaya mecbur kalışımız. Hemen bir çoğumuzun ruhi açıdan sarsılarak kendisini temize çıkarabilecek bir suçlu aramaya kalkışması, dini azınlıkları hayli rahatsız etmiş ve böylece ülke içindeki huzur adeta yoklara karışmış ve bu meyanda dini azınlıkların çoğunluğu ülkeyi terk ederek, başka, başka ülkelere sığınmış ve fakat, aklı her daim ana-yurdu Türkiye’de kalmış ve bazıları böylesi bir hasret içinde yaban ellerde ebedi hayata göçmüşlerdir. 
Demem odur ki, bizler pek farkında değiliz ama, Türkiye yeni bir bunalıma doğru sürüklenmektedir. Çünkü temsil edenleri önlerini dahi göremeyecek derecede basiretsizleşmiş bir konumdadırlar!.. 
Daha evvel de yazdım ve şimdi de tekrarlıyorum: Bendeniz hiçbir yanlı değilim; ne Asker, ne İktidar ve ne de Muhalefet. Beni hiç ilgilendirmemektedir bendeniz doğrudan Vatanımız Türkiye’nin bütünlüğü için çırpınan bir naçiz kalemim ve diyorum ki: Lütfen kendimize dönelim ve gerçekleri görelim: Aziz vatanımız elden gidiyor. Çünkü temsilcileri yek diğerini yemekle meşgul!... 
Saygıdeğer okuyucularım inşallah yeni bir yazımda buluşabilmek umudu ile hepinize sıhhatli ve mutlu yarınlar diliyorum efendim, saygılarımla.