Çağdaş Türkiye’nin, Çağdaş Parlamento ve Medyası nereye koşuyor? Kime ne hizmeti veriyor?... Bizim meçhulümüzdür?... Parlamentomuz da bazı milletvekilleri; sille tokan birbirlerine giriyor, dahası ağza alınmadık küfürlerle ferdi seviyelerini adeta teşhir ediliyorlar!?... 
Herhangi bir fikrin izahını yapmaya çalışırken, kültür eksikliği yüzünden içinden çıkamayan bazı Parlamenterlerimizin kaba kuvvete başvurarak zorla kabul ettirmeye çalışırken bir de ağza alınmadık küfürlerle daha hazin bir trajik atmosfer meydana getirmeleri son yıllar içinde yeterli münevver yetiştirememiş olmamızın en açık numunesidir!... 
Meselenin daha garibi; sözde çağın görüntülü ve yazılı başlıca unsuru olan medyanın böylesi durumlarda, meselenin sadece aktüalite yönü üzerinde durarak, asıl ilgi odağı olmasının beklendiği yönünü es geçmesi. Gerçekten düşündürücü olmaktadır!?... 
Bir Parlamento düşünün ki, sözünü dinletemeyen bir parlamenter’in kaba kuvvete başvurarak, fikrini zorla kabul ettirmeye çalışması ve ayrıca ağza alınmadık küfürlerle birbirlerine saldırmaları... Gerektiği şekilde gündeme getirilmemekte, milletimizin bu hususta aydınlatılması hiç mi hiç dikkate alınmamaktadır!... 
Denecektir ki, başka ülkelerin parlamentolarında da aynı sahneler değişik şekillerde boy göstermektedir. Bu doğrudur! Ancak, bu doğruluğun altında dünya ülkelerinin topyekûn, kahir çoğunluğunda bu durum görülmektedir. 
Cevabımız şu olacaktır: “Bu durum, Cihan milletlerinin topyekûn kara cehalete sürüklendiğini” göstermektedir. İşte bizleri üzen ve devamlı tedirgin eden asıl unsur budur! 
Günlük gazetelerin hemen, hemen hepsinde de günün modası, günün aktüalitesi A’dan Z’ye işlenmekte ve özel bir aktüel bölüm ile okuyucuyu memnun(!) etmeye çalışmaktadırlar... 
İşte memleketimizdeki hazin durum ve biz bu durumda İstanbul’u Olimpiyat Oyunları için hazırlamaya çalışmaktayız. Gerçi, onun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği de ayrıca bizlerin iyice düşünmeleri icap eden bir konudur!... 
Her şeyden evvel bizim Parlamentomuzun bu hazin durumdan kurtarılması lâzım ve elzemdir. Çünkü, tüm Cihan Devletleri’nin parlamenterlerine rahatlıkla kendimizi anlatabilecek seviyeye erişmedikçe, TCBMM Türk Milletine hizmet veriyor sayılmaz!... Futboldur, baskettir, şudur, budur spor dallarında şampiyon olmamız dahi böyle bir konuda hemen hiçbir işe yaramaz! Ayrıca, bizlerin böylesi alanların kimlerin ellerinde olduğunu da bilmemize rağmen?... 
Bir zamanlar yerli sinemacılarımız; hissi sömürü sahnelerinde: “Maalesef hastamızın Avrupa’da tedavi görmesi şarttır” denirdi. Günümüzde ise “ABD’de tedavi görmesi lâzımdır” deniyor. Bu ne demektir? Şu demektir: “Yeni efendimiz ABD”dir. 
Bu durum bizlerdeki vicdan ve inanç hukukunu temelden sarsmıştır. ABD’den öğrendiğimiz şu faktör bizlerde harfiyen uygulanmaktadır: (Karşılığı dolar olmayan hiçbir fikir, önem taşımaz!) Bu şaibeli slogan bizlerle birlikte bir çok ülkenin başlıca rehberi olmuştur!... 
Netice? Neticesi şudur: “Manevi inançlarımız zedelendi, sevgi, saygı kalktı ve maddiyatla baş başa kalındı!... Hele giyim ve kuşamımız eskilerin tabiri ile: (Kılık kıyafet, köpeklere ziyafet!) cinsinden bir festivale dönüştü...” 
Burunda halka, alt dudak ve dil üzerin mücevher, kulaklarda acayip küpeler iki kelimede bir “Allah kahretsin!” kelamı. Oha! Çüş! deyimleri vs. Peki hepsi de bir tarafa. Bizler ne olmaktayız: “Millettik, halk olduk ve bu gidişte halk da değil, galiba “sürü olup çıkacağız!...” 
Bütün bu tersten gidişin bir tek sebebi vardır ve o da, yanlışlarımızı bir türlü görmek istemeyişimiz! Geçenlerde bir Efendi kalkmış: “Türk diye bir millet yoktur” buyurmuş. Bizim “milliyetçi” cenahtan bir parti başkanı bu konuya temas ederek, hışımla veryansın etmekteydi, TV-Haberlerinde izledik. Evet, feryadı basmakta yerden göğe kadar haklıdır, haklıdır ama, “Acaba böylesi deyimlere yol açan unsur nedir?” diye hiç düşünmemiş midir!.. Biz cevaplayalım: Hiç mi hiç düşünmemiştir! Çünkü, onun dünyasında bir tek Türk milleti vardır ve kalan kavimler hiçtir. 
Türk adını tekelleştiren Türkiye’deki yaşayan diğer kavimlere Türklük hakkı tanımayan, onun ırki harslarına önem vermeyen, Türkiye’de yaşayan diğer kavimlerin de Türk sayılması icap ettiğinden haberdar değilmiş gibi hareket eden ve sadece Türk ana-baba’dan doğan çocukların Türk olduğu esası üzerinde duran kimselerin, bu sakat inançları yüzünden Türkiye’deki diğer kavimlerden bazı çatlak sesler çıkabilmektedir. Çünkü, her insan yaşadığı ülkenin asli vatandaşı olma hakkını ister ve üvey evlat muamelesi gördüğü zaman da içten içe üzüntü duyar ve bu duygu zamanla yerini kıskançlığa terk eder ki, asıl problem de bu noktada baş gösterir.... 
Meselâ bendeniz “Ermeni asıllıyım” ve sırf dinim Hıristiyan inancına hitap ettiği için, “azınlık” sayılmaktayım. Halbuki, biz dinen azınlık ve milleten Türküz. Zira, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin asli vatandaşlarındanız. Kaldı ki, menşeimiz Anadolu’ya dayanır. Yani dış ülkelerden göç etmiş bir kavim değiliz. 
Durum böyle olunca, günün birinde birisi kalkar: “Türk diye bir ırk yoktur” nevinden bir hikmet yumurtlar!... Çünkü o manasız sözcüğün altında, derinden gelen bir kıskançlık duygusu yatmaktadır!... 
Çok iyi hatırlıyorum, 60’lı yıllarda milliyetçi bir partinin İstanbul İl merkezindeyiz ve milli konularda sohbet edilmekteydi ki, parti’nin ileri gelenlerinden birisi, arkadaşlarına beni göstererek; “Ne güzel değil mi, Dabağyan Türk dostu olarak Türklüğü savunuyor” deyince, anında cevabımı yapıştırdım: “Ben İngiltere’den gelmedim, Türk dostu değil Türküm.” dedim ama o hazretin düşüncesinde herhangi bir değişiklik olmadı ve hayatı boyunca da olmamıştır!... Şimdi sormak lâzım değil midir: “Azınlık ve çoğunluk edebiyatıyla” ülkeye ne kazandırır, neler kaybettiririz!... 
Millet sevgisini ırki harslara kadar kaydıran bir zihniyetin her daim aşırı zararlar getirmiş olduğunu, Cihan tarihi yazmaktadır. Dolayısiyle dünya tarihinden bir nebze olsun bu konuyu okuyanlar, acı da olsa, nihayet gerçekle yüz yüze gelinir!... 
Yarınlara pek ehemmiyet vermeyen, günlük yaşarcasına hareket eden yeni nesillerimiz, ayrıca kendi başına buyruk hayat sürdürebilmek için, ayrı eve çıkarak, bir nevi müstakil yaşantıyla ailelerinden uzaklaşan gençler, yarınların birer kimliksiz bireyler olarak, sizleri karşılayacaklardır. 
Demem odur ki, şayet umum insanlık aklıselim bir davranışla silkinerek bir an evvel gerçekleri görür duruma gelmezse, tüm cihan bir robotlar âlemine dönecek ve yarınlarda “Efendiler ve köleler” dünyası hemen her yere hâkim olacaktır!... 
Ünlü İngiliz devlet adamı Sir Winston Churchill’in (1874-1965) buyurmuş oldukları gibi; (Demokratik sistem pek makbul bir idare sistemi değildir. Ancak diğerlerinin yanında daha zararsız olduğu için onu tercih etmekteyiz.) 
Gerçekten de aynen buyurdukları gibidir. Meselâ; Demokratik sistemi uygulayan ülkelerde bu rejim sisteminden en ziyade istifade edebilenler, ülkenin düşmanları olmakta ve bu sayede, ülkenin hayati atar damarı olan merkezi otorite zaman içinde varlığını yitire, yitire nihayet tükenip gitmektedir!... 
Tarih boyunca umum insanlık geçirdiği her dönem içinde, resmi muhalefetin yanı sıra, illegâl kuruluşların da hışmına uğramakta ve böylece zaman içinde er veya geç, ülke düşmanları menhus gayelerine erişebilmektedir. 
Bizler vatanımız Türkiye’de yekdiğerimize ırki veya dini sebepler yüzünden yekdiğerimize yabancı gözüyle bakmaktan vazgeçmedikçe, Türkiye bir bütün teşkil eden nadir ülkelerden olduğunu ileri sürebilme imkanımız olamaz. 
Sadece başarılara talip olup, yanlışların hemen hiçbirini kabul etmeyen bir zihniyetten, olumlu başarılar beklemek kadar ölçüsüz basiretsizlik olmaz, olamaz!.. 
Parlamentomuzda memleket problemleri ve muhtelif meselelerimizin çözümünün, Parlamentomuzda şuurlu ve mantıklı görüşmelerle çözümüne çalışılması var iken; yekdiğerine yumruk ve küfürlerle saldıran Milletvekilleri, bu tutumlarıyla, değil milletimizi, sadece kendi ferdi haklarını dahi savunmaktan yoksun kişiler olduğunu acı da olsa görüyoruz!... 
TV’lerde vurdulu, kırdılı dizilerin bir diğerini izlemesi, kadınların dahi ellerinde tabanca muhtelif cinayetlere karışmaları, körpecik kızlarımızın dahi böylesi olaylarda vurucu, kırıcı roller almaları, ülke insanımızın bir bütün olarak çağdışı bir ortama sürüklenmek istendiğinin en açık misalidir!.. 
TV-Dizi filmlerinde devamlı ağlayan bedbin suratlar, yoğun bakım ve mezarlık sahneleri bütün dizilerin ana teması olarak sunulmakta ve halkımızın melankolik bir ortam içinde bocalayabilmesi için, ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bizim insanımızın kendine olan güvenini zayıflayıp, yoklara karışması ise, hiç de uzak değildir. Futbol ve basketbol sporlarının geniş seyirci kitlesine hitap edebilmiş olması. Bilhassa bu iki spor dalında yabancı oyuncuların başta olması, bizim sporcularımızın geri plâna itilmesine sebep olmakta ve böylece bizim gençlerimizin kendilerine has güvenlerinin her geçen gün biraz daha azaldığı görülmektedir. 
QUO VADİS?...
Evet! Nereye?.. Onca açımız, onca yardıma muhtaç, sokaklarda kalmış ailelere yardım eli uzatmak varken, nereye?... 
Merhum “Noel Baba”nın insancıl fikir yapısının mana ve ifadesini anlayamadan, her sene yılbaşı geceleri sabahlara kadar zıkkımlanan insanlar, “kumar ve seks” de dahil her türlü musibetliğe açık bir kafa yapısıyla sözde yeni yılı neşe içinde karşılıyoruz(!) sanarak bütün bu rezaletlere katlanan özellikle para babalarımızın sadece yılbaşı gecesindeki israfları, üst üste konsa, emin olunsun ülkemizde yardımca muhtaç kimse kalmaz! 
Dahası, insanlığın ayıbı olan bu utanç gününü “Hz.İsa (AS) Efendimizin” doğum günü göstermeye kalkışmak kadar şeytani bir davranış olamaz!?.. 
Biz Ermeniler “Doğuş Günü” olarak “Ocak 6’yı” bilir ve o mukaddes günün sabahı yeni elbiseler giyinerek, Kilise’ye gider öğleye kadar süren ayine iştirak eder, bilahare eve dönüşte de büyüklerimizin ellerini öperek, Hz. İsa (AS) adına düzenlenmiş ev sofrasında ailece (zunnunt-doğuş) bayramını kutlar hemen her aile kendi bütçesinin elverdiği kadarı ile semtin fakir ailelerine maddi yardımda bulunurlardı. Yılbaşı kabul edilen Noel Baba’nın günü ise ayrıca evlerde aile içi eğlencelerle kutlanırdı. 
Ancak, Birinci Cihan Harbinden sonra insanlığın yaşam şekli değişmiş ve hemen her millet eğlenmeyi, eğlenceyi daha ziyade değerlendirmeye başlamış, cihanın gizli idarecilerinin geri plândan bir takım müdahalelerle mezkûr günü tek kelime ile “Yılbaşı rezaletine” çevirmişler ve böylece günümüze kadar gelinmiştir!... 
Bu sabahki gazeteler baktım da, pes dedim! Yılbaşı eğlence programı yapan mekânların büyük çoğunluğu “Loca sistemi” uyguluyorlarmış. Meselâ, hamile olduğu halde “Cevahir Otel’de” sahne alacak Demet Akalın’ı birinci sınıf loca’dan dinlemek isteyenler (6.000 TL.) ödemek mecburiyetinde kalacak lâkin daha şimdiden birinci sınıf localar tutulmuş bile!... 
Diğer mekânlardaki localar da aynı şekilde cep yakıyormuş!... Şayet özel garsonlu locada oturmak istiyorsanız onun fiyatı da değişiyormuş!... Yani, eskilerin tabiriyle: “Hamama giren terler!” misali!... 
Bizim ülkemiz, garip olaylar ülkesine dönmüş de bizler görememişiz!... Bir tarafta, çocuğunu en azından bir “Dershane”ye gönderebilecek maddiyattan aciz, diğer taraftan sekiz aylık hamile bir sanatçıyı özel surette dinleyebilmek için bir geceliğine (6.000 TL.) ödeyen günümüzün Harunları!.. 
Müslim, Gayr-i Müslim. Artık hemen hiçbir farklılığı dikkate almamak lâzımdır. Çünkü, her iki cenah da yılbaşında zıvanadan çıkmakta ve nasıl bir girdabın içinde olduğunu görememektedir. 
Denecektir ki: “İslami kesim” yılbaşını kutlamamaktadır. Bu doğrudur ama, o bir kesimdir. Yanî sözde aydın geçinen(!) kesim ise, yılbaşını öylesine kutlamaktadır ki, ertesi sabahı, yanî senenin ilk günü, baş ağrısından işe dahi gidememektedir!... 
Ve Hz. İsa (AS) Efendimiz soruyor: 
QUO VADİS?.... 
Saygıdeğer okuyucularım, yeni bir makalemde buluşabilmek dileğimle, cümlenize 2014’ün hayırlı uğurlu gelmesini Hz.Allah’tan niyaz ediyorum efendim. Saygılarımla.