Kovanağzı büyük oranda tarım arazisi olup civarında da yüksek katlı binalar bulunmayınca, bilhassa gün batımından sonra evimizin arka penceresine canlı bir Akyokuş manzarası nakşolur, yokuştan tek tük inip çıkan arabaların ışıklarını hayranlıkla izlerdik. Annem gaz lambasının ışığında el işi örerken mırıltı halinde memleket ağıtları yakarken gözlerinden bulgur gibi yaş inerdi.
Köyden kente göçün revaç bulduğu yıllarda Denizköy Sokak’taki tarlaların alıcısı bol oldu. Bu sokaktaki ilk komşularımızdan biri de Bozkırlı Abdullah amca ve karısı Ayşaba yani Ayşe abla idi. Abdullah amca kısa boylu, olabildiğince sessiz, başında kasketiyle sabahın erken saatlerinde Türk Anadolu Vakfındaki işinin başına gidip gelen bir insandı. Oğlu Mustafa’nın yaşı bizden büyüktü ama köyden geç gelmiş olmaları sebebiyle okula başlarken sınıf arkadaşımızdı. Bize göre daha cüsseli olsa da olabildiğince saf bir hali vardı. Okumayı geç sökmüştü ve birinci sınıfı tekrar edenlerden oldu.
Mustafa’nın dilinde pelteklik vardı ve “R” harflerini “L” olarak, “Z” harflerini de baskılı şekilde “S” olarak telaffuz ederdi. Arkadaşı İbrahim’in evinde ders çalıştıkları bir gün, okuma yazma bilmeyen Şerife abla, “Ne öğrendiyseniz okuyun bakayım” deyince Mustafa, elini satırın altında gezdirirken şiirimsi bir eda ile “Otobüslel sıla sıla, kamyonlal sıla sıla, helkelel sıla sıla” diye sıralayıvermiş.
Şerife abla, Mustafa’nın okuyuşu karşısında büyülenmiş gibidir. Oğluna, “Bak, Mustafa ne güzel okuyor” deyince, İbo durumu ifşa eder; “O yazıları okumuyor, resimleri söylüyor” diyerek! Şerife abla, köylülerin “helke” dediği malzemenin okul kitaplarında “kova” diye yazıldığından da habersizdir.
Abdullah amca, bizim muhitte ortak kurban organizasyonuna katılan ilk insanlardan biriydi. Herkesin koyun, keçi kurban ettiği yıl onlar sabahın erken saatlerinde ailece Aymanas’ın yolunu tutunca kurban kesmedikleri zannedilmişti. Ertesi gün et götürenleri karşılayan Mustafa, “Valla bis kestik” deyince adı, “Bis kestik Mustafa” olarak kaldı.
Vakti gelince şatafatsız bir yolculukla asker ocağına giden Mustafa bir süre sonra hastalanınca ameliyat edilip hava değişimi için Konya’ya gönderilmişti. Rahatsızlığından mütevellit o dışarı çıkamıyor, biz de rahatsızlık vermemek için yanına uğramıyorduk ama durumunu Abdullah amcadan haber alıyorduk. Halk arasında “Basur” denenen “Hemoroid” rahatsızlığından ötürü ameliyat edilmişti. Fakat iyileşme emareleri göstermek bir yana, durumu her geçen gün ağırlaşıyordu. Bu yüzden Devlet Hastanesine götürülünce, Hemoroid zannedilen bölgede kanser hücreleri tespit edildi. O günün şartlarında tedavisi mümkün olmadı ve tezkere alamadan, evinde istirahat raporlusuyken, hastanede vefat etti. 1980’li yılların ortalarında henüz Kovanağzı’nda Mezarlık bulunmadığından Mustafa, Hacı Fettah Mezarlığına defnedildi.
Oğlunun ölümünden sonra Ayşaba’nın ne yüzü ne de gönlü güldü. Büyük kızı Selma’yı İstanbul’a gelin edip Sultan’ın da yuvasını kurunca Abdullah amca ile “Edi ile Büdü misali” yalnız kaldılar. Annemin vefatından üç beş gün sonra Hasırcılar durağında otobüs bekledikleri sırada onlarla karşılaştık. Ayşaba yere çuğmuş, Abdullah amca yanı başında dikiliyordu. Araba ile yanlarında durup camı açarak; çarşıya gittiğimi, kendilerini de götürebileceğimi söyledim. Abdullah amca teklifime, “Sana zahmet vermeyelim Mustafa’m, otobüs şimdi gelir” diye karşılık verince ısrar ettim:
“Otobüs geliyor diye ben çarşıya gitmeyecek değilim. Boş gideceğime sizi de götüreyim!”
Ayşaba’ya dönüp, “Hanım, Mustafa ısrar ediyor; onunla gidelim mi?” diye sorunca, şalvarını derleyerek doğruldu. Arka koltuğa yerleşirken dikiz aynasında göz göze geldik. Yüreğindeki sancının izleri esmer yüzünden okunuyordu. Neşeli görünmeye çalışarak, halini hatırını sorduğumda, “İyi değilim, Mustafa’m, heç halim yok” dedikten sonra bir kez daha başsağlığı diledi. Sözün gerisini Abdullah amca tamamladı, “Biz de Ayşaba’n ile hastaneye gidiyorduk” diyerek.
Aslında ben, Konya’da yeni yen yaygınlaşan bir marketin Öğretmenevleri muhitindeki şubesinden üç beş kalem ihtiyaç maddesi alıp dönecektim ama madem komşumuz hastaneye gidiyordu, o halde yolun yarısında bırakmadan, hastaneye götürmek lâzımdı. Devlet Hastanesinin kapısında şifa dileklerimi yineleyip bıraktım ve geri döndüm. Bir hafta kadar sonra Ayşaba’nın salâsı okundu. Oğlunun ölümünden sonra iyice yorgun düşen kalbi durmuştu. Onu da Kurtuluş Seyit Şahin Mezarlığında sırladık.
Kendisinden altı-sekiz yaş büyük karısının ölümü üzerine bir başına kalan Abdullah amca, vaktini yüksek bahçe duvarının ardında yalnız başına geçirmeyi tercih etti. Bir zaman sonra vakıftaki görevinden emekli olmuştu ama boş durmak yerine hizmet etmeyi seçti. Bazen İstanbul’a gidip kızına misafir olur, bazen de Bozkır’ın yolunu tutup memleketiyle hemhal olurdu. On beş yılı aşkın süren yalnızlık döneminde yaşı ilerledikçe onun da kalbinde sıkıntılar baş gösterdi, birkaç defa bıçak altına yattı. Son alındığı ameliyat masasından kalkması ise mümkün olmadı. Abdullah amca da, Kurtuluş’ta Ayşaba’nın karşı adasına defnedildi ve evinin kapısına kilit vuruldu. Bir zamanlar Kovanağzı’na akın eden insanlar fark ettirmeden birer birer firar eder gibiydi.