Depresyon Çağın Hastalığımı Yoksa Psikolojik Bir Savunmamı?
Gelişmiş ülkelerde hemen herkesin çantasında bir antidepresan var. Modern dünyanın bir salgın hastalığı gibi yıldan yıla büyük bir artış gösteren depresyon, başta bilim insanları olmak üzere toplumdan her kesimin dikkatini çekmiş durumda.
Sadece yetişkinlerde değil artık çocuklarda bile görülen bu hastalığın nedenleri, antidepresanların etkileri ve gerçekten işe yarayıp yaramadıkları yanıt bekleyen sorulardan… Sabahları yataktan kalkmakta zorlanmak, kimseyle konuşmak istememek, hiçbir şeyden zevk almamak, kilo kaybı, dikkat eksikliği, kendini işe yaramaz hissetmek, suçluluk duygusu. Sıkça rastladığımız bu tür şikâyetler aklımıza hemen çağımızın hastalığı depresyonu getiriyor. Hele de bireyler bu türden şikâyetleri tetikleyecek olumsuz durumlar yaşamış, yani işlerinden ya da eşlerinden ayrılmış, bir yakınlarını kaybetmişlerse, depresyon neredeyse doğal bir sonuç gibi.
HERKESİN ÇANTASINDA BİR ANTİDEPRESAN MI VAR?
îlk antidepresanlar, pek çok bilimsel keşif gibi, bir tesadüf sonucu bulunmuş. 1950'lerde doktorlar tüberküloz tedavisinde kullanılan bir ilaç sayesinde hastanın ruh halindeki ve fiziksel etkinliğin- deki değişmeleri fark etmiş. Yapılan bazı araştırmaların ardından ilaç 1950'lerin sonunda, 1960'ların başında depresyon tedavisinde kullanılmaya başlanmış. Serotonin, norepinefrin ve dopamin gibi kimyasal mesaj ileticileri parçalayan monoamin oksidaz enzimini baskılayan bu antidepresan, monoamin oksidaz baskılayıcıları olarak adlandırılmış. Bu antidepresanlar ciddi yan etkileri olması nedeniyle günümüzde popüleritesini kaybetmiş durumda. Monoamin oksidaz baskılayıcılarından kısa bir süre sonra trisiklik tipi antidepresanlar keşfedilmiş. Norepinefri- nin, serotoninin ve daha az olmakla beraber dopaminin birinci sinir hücresi tarafından geri alımını engelleyen bu tip anti- depresanlarda da yan etki sorunun olması nedeniyle, yeni antidepresan türleri arayışı devam etmiş. Bugün ise seçici serotonin geri alım baskılayıcıları olarak adlandırılan antidepresanlar ile seçici serotonin ve norepinefrin geri alım baskılayıcıları olarak adlandırılan antidepresanlar, depresyonda standart ilaç tedavileri olarak görülüyor. Bu yeni iki tür antidepresan hem daha hızlı çalışıyor hem de daha az yan etkiye yol açıyor. Seçici serotonin geri alım baskılayıcı antidepresanlar da serotoninin, birinci sinir hücresi tarafından geri alımını önleyerek işlev görüyor, böylece sinapsta serotonin miktarı artıyor. Antidepresan ın etkisini göstermesi hastaya bağlı olarak da değişiyor. Bazı hastalarda 2 haftalık tedaviden sonra belirtilerde azalma görülürken, bazı hastalarda bir gelişmenin görülmesi için 4 ila 8 hafta geçmesi gerekebiliyor. Fakat yan etkiler olumlu etkilerden daha önce kendini gösteriyor. Antidepresanların çalışma mekanizmasının temelinde beyindeki sinir sistemi kimyasını kontrol etmek, düzenlemek yatıyor. Peki, antidepresanlar gerçekten iş görüyor mu? Son yıllarda bu konu pek çok bilim insanını düşündürmüş ve bu konuda çalışmalar yapılmış. Tedaviye yanıt vermeyen hastalar daima olabiliyor, ama yaygın kanı antidepresanların iş gördüğü yönünde. Aslında beynin diğer organlardan bir farkı yok, nasıl midemizde bir sorun yaşadığımızda gerekli tedaviyi uyguluyorsak beynimizde bir sorun olduğunda da ilaç tedavisi uygulanmasının uygun olacağı düşünülüyor. Bir şeker hastasının pankreası için insülin ne anlam taşıyorsa, depresyondaki bir kişinin beyni için de antidepresan aynı anlamı taşıyor. Depresyon belirtilerine neden olan kimyasal dengesizlik ilaç tedavisiyle düzelebiliyor ve depresyon giderilebiliyor. Ama gene de bilim dünyasında antidepresanlarla ilgili tartışmalar sürüp gidiyor. Hiç kuşku yok ki, pek çok kişi tedaviden bir süre sonra kendisini daha iyi hissettiğini ve daha az depresyon belirtisi gösterdiğini söylüyor. Fakat "acaba bu gelişmede psikolojik etkenlerin katkısı var mı" sorusu antidepresyonlarla ilgili şüpheleri artırıyor. Yani acaba antidepresanların gösterdiği etki "plasebo etkisi" mi? Kimilerine göre, antidepresanların bu kadar popüler olduğu günümüzde bu ilaçların etkisini plasebo etkisiyle ilişkilendirmek doğru değil. Binlerce hatta milyonlarca kişi gördükleri antidepresan tedavisi sonucunda rahatlıyor, iyileşiyor. Psikiyatrlar da pek çok hastanın antidepresan tedavisiyle iyileştiğini vurguluyor. Diğer yandan, eş düzeyde depresyonlu hastaların bir kısmı antidepresan tedavisi ile iyileşirken bir kısmı aynı tedaviyle iyileşmeyebiliyor. Peki, madem pek çok kişi antidepresanların yararlı olduğunu düşünüyor ve antidepresan kullanıyor, o halde neden her geçen gün depresyonlu hastaların sayısı artıyor? Bu soruyu Harvard Tıp Fakültesi, Plasebo Çalışmaları Programı müdür yardımcısı Irving Kirsch soruyor. Kendisi 2008 yılında PLoS Medicine'da yayımlanan çalışmasında yaptığı meta analiz sonucunda (belirli bir konuda yapılmış, birbirinden bağımsız birden fazla çalışmanın sonuçlarını birleştirerek elde edilen verilerin istatistiksel analizini yapma yöntemi) antidepresanların pek çok hastada aslında çok az fayda gösterdiğini savunuyor. Plasebo uygulanabilir bir tedavi seçeneği değil, ancak Kirsch antidepresanların hastalar için sanıldığı kadar da yararlı olmadığını düşünüyor. Yani hastanın ilaç sandığı bir şeker drajesinin de aynı etkiyi göstereceğini iddia ediyor. Kirsche göre insanlar ilaç alınca kendilerini daha iyi hissediyor, ama ilacın kimyasal bileşenleri sayesinde değil. İşte plasebo etkisi bu. Kirsch 36 yıldır plasebo etkisi ile ilgili çalışmaları yapıyor ve ilaç sanılan şeker drajelerinin işe yaradığını, bunun pek çok hastalığın tedavisinde de kullanılması gereken bir fırsat olduğunu düşünüyor. Antidepresan tedavisine ancak son çare olarak başvurulması gerektiğini, birkaç hafta içinde hastanın tedaviye yanıt vermediği görülürse de antidepresan tedavisinin hemen kesilmesi gerektiğini savunuyor. Önceleri herkes gibi o da antidepresanların işe yaradığını düşünenlerdenmiş. Ona göre antidepresanların işe yaradığını savunanlar sadece ilaç firmaları, beraber çalıştıkları bilim insanları, hastalar ve psikiyatrları. Antidepresan tedavisinin plasebo ile karşılaştırıldığı, neredeyse 30 yıl süren başka bir çalışmada ise hafif ya da orta düzeyde depresyon belirtisi gösteren hastalara antidepresanların çok az yararı olduğu ya da hiç olmadığı sonucuna ulaşılmış. Pensilvanya Üniversitesinden araştırmacılar ciddi ölçüde dep- resyonlu kişilerde ilacın önemli etkisi olduğunu da belirtiyor. Çalışmayı yürüten bilim insanlarına göre, antidepresan tedavisi ile plasebo arasındaki farklar depresyonun ciddiyetine bağlı olarak hayli değişiyor. Depresyonu ciddi diye nitelendirilen seviyenin altında olan hastalarda antidepresan tedavisi (plasebo haplarıyla karşılaştırıldığında) ya çok az gelişme sağlıyor ya da hiç gelişme sağlamıyor. Orta ya da az derecedeki depresyona antidepresanların iyi geldiğine dair çok az kanıt ve bilgi var. Hastanın beklentisinin, düşünce yapısının ve bakış açısının olumlu olmasının da antidepresanların etkisinin ortaya çıkmasında önemli olduğu vurgulanıyor. ABD Ulusal Sağlık Enstitüsünce yapılan bir çalışmada ise antidepresanların psikoterapiden ya da plasebodan daha yararlı olmadığı açıklanmış. Çalışmada 156 depresyon hastası üç gruba ayrılmış. Birinci grup 16 hafta boyunca günde 1 defa olmak üzere kendilerine verilen antidepresanı kullanmış. İkinci gruba 12 hafta boyunca haftada 2 kez olmak üzere toplam 4 saat psikoterapi uygulanmış. Üçüncü grup ise 16 hafta süresince herhangi bir etkisi olmayan plasebo hapları almış. Çalışmanın sonucunda araştırmacılar tedavilere verilen yanıt açısında grupların hiçbirinde kayda değer bir fark olmadığını açıklamış. Üç grubun da yaklaşık % 25'inde depresyon belirtilerinde azalma olmuş, geri kalan hastaların sorunları devam etmiş. Newyork Adelphi Üniversitesi, İleri Psikolojik Çalışmalar Enstitüsü Dekanı Jacques P. Barber bu sonuçların beklenmedik olduğunu, kendilerinin de aslında bir süprizle karşılaştığını söylüyor. Bu sonuçlara göre "depresyon tedavisinde antidepresanlar işe yaramıyor" demek doğru mu? Yoksa depresyon tedavisinde antidepresanlarla beraber psikoterapi şart mı? Psikoterapinin de tedavinin ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünen pek çok uzman var. Çünkü antidepresanlar sadece beynin kimyasal dengesi için bir yarar sağlıyor. Ancak depresyona sebep olan çevresel faktörleri düşündüğümüzde psikoterapi tedavi sürecinin ayrılmaz bir parçası. Psikoterapi sayesinde kişi yaşadıklarını değiştiremiyor belki, ama yaşadıklarına bakış açısını değiştirebiliyor. Bu da kişinin çevresel etkenlerin, örneğin stresin etkisini daha az hissetmesine yardımcı olabiliyor. Aslında en iyisi yaşadıklarımızda bardağın dolu tarafını görerek kaygı ve stresten uzak durup depresyona olan genetik yatkınlığımızın ortaya çıkmasını engellemek ve beynimizde meydana gelebilecek biyolojik ve kimyasal değişimlere dur diyebilmek. Depresyondan uzak günlere...
İKİ YAKIN DOST: STRES VE DEPRESYON
Depresyonun ortaya çıkmasında pek çok etkenin rol oynadığı artık biliniyor. Çevresel etkenler de depresyonun bir nedeni olarak önemini koruyor. İşte bu çevresel etkenlerden biri de stres. Peki stres kişilerin depresyona girmesinde ne kadar etkili? Endokrin ve sinir sistemi, hipotalamus aracılığıyla birbirleriyle bağlantılı iki sistem. Hipotalamus kan basıncı, tad, bağışıklık tepkisi, vücut sıcaklığı, vücudun günlük ve mevsimsel ritmi gibi pek çok işlevi kontrol eden, karmaşık bir beyin bölgesi. Hipotalamus aynı zamanda stres hormonunun salgılanmasından da sorumlu. Hipotalamusun yanı sıra tiroid, böbrek üstü bezleri gibi endokrin organlarının da depresyonla bağlantılı olduğu biliniyor. Tiroid hormonunun düşük seviyede olması genellikle depresyonla ilişkilendiriliyor. Böbrek üstü bezlerinin ana hormonu olan kortizolün düzeyinin depresyondaki kişilerde daha yüksek olduğu biliniyor. Ayrıca kortizol hormonunun çok fazla üretildiği durumlarda ortaya çıkan Cushing Sendromu ya da tempo- ral (şakak) lob epilepsisi gibi hastalıklar da hipokampus bölgesinde kayıplara yol açıyor ki bu hastalıklara sahip kişilerin depresyona girme riskinin çok yüksek olduğu biliniyor. Kronik stres nedeniyle beynin uyum gösterme yeteneğinde de çeşitli düzeylerde yetersizlik oluşabiliyor. Geçmişte uzun süre devam eden stres daha sonraki yıllarda kişinin depresyona girme riskini artırıyor. Örneğin çocukken istismar edilen ya da annesinden ve babasından ilgi görmeyen kişilerde yetişkinlik döneminde depresyon gelişmesi riskinin çok yüksek olduğu belirtiliyor. Çocukluk çağında ciddi güçlükler yaşayan kişilerin depresyona yakalanma riskinin daha yüksek olduğu uzun zamandan beri biliniyor. Çocukluk çağında yaşanan en yaygın sorunlar, örneğin cinsel, duygusal ya da fiziksel istismar, ebeveynlerin ayrılması, annede veya babada ya da her ikisinde birden ruhsal bir hastalık olmasın, kişinin yetişkinlik döneminde depresyona yakalanma riskini artıran önemli nedenlerden bir kaçı. 11 yaşından önce ebeveynlerin ayrılması ya da ebeveynlerden birinin ölümü bu riski daha da artırıyor. Depresyonun başlangıcında ve devamında stresin önemli bir rolünün olduğu biliniyor olsa da, genetik yatkınlığın da stresin depresyonu tetiklemesinde rolü olduğunu gözden kaçırmamak gerek Çünkü genetik yatkınlık, sadece depresyon riskini değil, aynı zamanda bireyin strese verdiği tepkiyi ve hatta stresli olaylardan etkilenme olasılığım bile değiştirebiliyor. Anlaşılıyor ki stres ve genetik özellikler el ele verip depresyondaki biyolojik etkenleri tetikliyor.
Depresyon nedir?
Depresyon (majör depresif bozukluk) nasıl hissettiğinizi, nasıl düşündüğünüzü ve nasıl davrandığınızı olumsuz etkileyen yaygın ve ciddi ancak tedavi edilebilen tıbbi bir hastalıktır. Depresyon sürekli üzüntü halinde olmaya ve zevk veren durumlardan keyif almamaya yol açar. Depresyon çeşitli duygusal ve fiziksel belirtilere yol açabilir. Depresyonlu kişilerde evde ve işte görevlerini yerine getirme yeteneği azalmıştır.
Depresyon belirtileri nelerdir?
Üzüntü ve sıkıntı verici olaylarda üzgün hissetmek normaldir. Depresyonda üzgün hissetmekten daha farklı boyutta duygular vardır. Bu nedenle depresyon ve üzüntüyü karıştırmamak gerekir. Başlıca depresyon belirtileri:
- Sürekli üzgün hissetmek
- Günlük aktivitelere ilgi ve zevk kaybı
- İştah değişiklikleri: Aşırı yeme veya iştahsızlık
- Uykuya dalmada zorluk, sık uyanma veya aşırı uyuma
- Sürekli yorgun hissetme
- Konuşmada ve hareketlerde yavaşlık
- Değersiz ve suçlu hissetmek
- Konsantrasyon kaybı, karar verme zorluğu
- İntihar eğilimi
Depresyon tanısı konabilmesi için yukarıdaki belirtilerin en az iki hafta devam ediyor olması gerekir. Depresyon çocukluktan yaşlılığa kadar her yaşta görülebilir. Kadınlarda görülme sıklığı daha fazladır. Bir kez depresyon geçirenlerde hayatın ilerleyen zamanlarında tekrar yakalanma şansı vardır.
Depresyon nedenleri nelerdir?
Depresyonun tek bir nedeni yoktur. Psikolojik, biyolojik ve sosyal faktörlerin her biri depresyona neden olabilir.
Depresyon için risk faktörleri var mıdır?
Erken ebeveyn kaybı, sevdiği kişiden ayrılma veya ölümü, kadın olmak, düşük sosyoekonomik düzey, iş kaybı, alkol veya madde kullanımı, boşanma, kötü ve travmatik çocukluk geçirme, daha önceden depresyon geçirme, ailede depresyon varlığı, bazı ilaçlar, hormonal değişiklikler ve bazı hastalıklar depresyon için başlıca risk faktörleridir.
Depresyon tanısı nasıl konur?
Depresyon psikiyatride iyi tanımlanmış ve sınıflandırılmış bir hastalıktır. Hastadan alınacak iyi bir öykü ile tanı konur. Ayrıca hekimlerin kullandığı bir depresyon testi bulunmaktadır.
Yaygın anksiyete bozukluğu, mevcut durumla alakasız düzeyde yoğun endişe ve kaygı halidir. Bu durum kişinin günlük ve sosyal hayatını etkiler. Duyulan kaygılar genellikle iş, sağlık, para yada aile ile ilgilidir. Denetlenemez durumdaki kaygı hali en az 6 aydır devam etmektedir. Yaygın anksiyete bozukluğunu depresyon ile karıştırmamak gereklidir.
Depresyondan kurtulma yolları nelerdir?
Yukarıda saydığımız belirtilerden birkaçı en az iki haftadır devam ediyorsa bir psikiyatri hekimine müracaat etmek gerekir. Depresyon tedavisinde ilaç tedavisi yanında psikoterapi uygulanır. Aile desteği son derece önemlidir.
Dr. Fatma ÖZDEMİR
www.parodoxpsikoloji.com ( Kurucu)
Özel Aile Hastanesi Psikiyatri ve Pdr Blm.