Frantz Fanon özgürlük için, şiddetin bir mecburiyet olduğunu savunur. Frantz Fanon, Cezayir’in Bağımsızlık Savaşı (1954-62) üzerine yazdıklarında, “yasaklamalarla delik deşik edilmiş, bu sığ dünyanın ancak mutlak bir şiddetle sorgulanabileceğini” belirtmektedir. Bu mutlak şiddet, terörizmi de içermektedir. Fanon, sömürgeleştirmenin, şiddet yarattığını, hükümetlerin misillemelerinin, daha yoğun şiddet ve karşı-şiddet doğurduğunu belirtir. Fanon’a göre, sömürgeciliğe karşı şiddet uygulanabilir. Şiddet ne zaman haklı ve gerekli olur ve buna kim, nasıl karar verir? Güç kullanımı, nereye kadar ve nasıl meşru ve haklıdır? Buna verilen en genel cevap, şiddetin tekelinin devletlerde bulunduğudur. Şiddetin meşru tekeli, devletlerin kasalarında mühürlüdür ve bu kutsal emanet arzu edildiğinde çıkartılabilir. Ancak, kutsal emanetler, dünya efendileri, akil adamların çıkarlarıyla örtüştüğü ortamlarda ya da onların buyruğuyla kullanılabilir. Çıkarlara ters düştüğünüzde, bu akil adamlar, ülke içinde yeni bir ordu kurdurabilirler ve meşru şiddet tekeli el değiştirebilir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, AGİT bölgesini ilgilendiren sorunlardan birinin terörizm, olduğunu belirtti. Davutoğlu’na göre, Avrupa’da yükselen ırkçılık ve aşırı eğilimler, terör olayları ile beslenerek, gerçek bir güvenlik tehdidine dönüştü. Davutoğlu, bu olayların marjinal gruplar tarafından gerçekleştirildiğine dair algının 2 olayla değiştiğini belirtti. Bunlardan birincisi, Norveç’teki saldırı, diğeri de Almanya’da 9 göçmenin katledilmesidir. Norveç’te yaşanan katliam, okların tereddüt etmeden İslami teröre dönmesine neden oldu. Şaşırtıcı olan beyaz, sarışın bir Norveçlinin “bireysel terör” den sorumlu olduğuydu. Bu olay, medeniyetin timsalinin de gelişmemiş ülkelerde olduğu gibi kaosu yaşayabileceğini gösterdi. Bildik ezberi bozdu. İslam dünyasında, “olağan şüpheliden”, “olağandışı masuma” dönüşmenin gönül rahatlığı, “bu sefer bizden kaynaklanmıyor” diyebilmenin huzuru gözlemlendi. Almanya’daki cinayetlerde ölenler, “şehit” sayıldı. Almanya, ırkçı geçmişiyle bir kez daha yüzleşti ve “özür dileyerek” aklandı. Şiddet, terör, özgürlük kavramlarını sorgulamadan önce, beynimizde doğduğumuz günden beri oluşturulan kodları irdelememiz gerekiyor. Çizgi filmlere baktığımızda, olağanüstü güçlere sahip kahramanlar görürüz. Verilen birinci mesaj şudur, olağanüstü güçlere sahip değilsen, fıstık ye. Yani, otur, ezil, hayal kur. Sömürü ve kodlama, önce zihinde başlar. Ancak, baskıdan kurtulmak gereklidir. İnternetten gelen mesajlarla sokağa dökülen insanlar, kodlarını kırdıklarını düşündüler, ilk kez olağanüstü kahramanlara benzediler, güçleri sonsuzdu. İzledikleri çizgi filmlerdeki gibiydiler. Ancak, internetten gelen mesajlar yıllar, öncesinde yazılan senaryoların son satırlarıydı aslında. Aynı kodlar, yeniden sahnedeydi. Gramsci, kültürel hegemonyadan bahseder, bu süreç internetle devam ediyor. Ülkelerin içinden “özgür ordular” yaratılıyor. Zapt edilemeyen kaleler, zapt ediliyor. Soru şu olabilir, “peki, bu kötü mü, insanlar daha özgür ve mutlu yaşayacaklar”. Her birimiz, olma-gösterme ihtiyacı içindeyiz. Doğduğumuz günden beri, bir şeyler olmaya, bunu sergilemeye çalışıyoruz. Çalışıp didiniyoruz, çalışmaktan üretemeyen, düşünemeyen insanlara dönüşüyoruz. Olma sürecimizde, oyunun kurallarını anlamaya çalışıyoruz. Oyunun kuralları, başka dilde yazılmış, çok yoruluyoruz, geride kalıyoruz. Kötülük dehlizlerde akıyor, hissediyoruz, Kukladan, kukla oynatıcısına dönüşmek istiyoruz, ama çok yorgunuz…