Şöyle bir çevrenize bakın, hayatını yönetemeyen ne kadar çok insan var. Herkesin takıntısı, derdi veya kendine dert ettiği konular farklı…
Yaşlı ise gençlere imreniyor. Fakir ise zengine, çirkinler, güzellere, evliler, bekarlara, bekarlar evlilere, işi olan, daha iyi iş imkanlarına kavuşmaya, bu liste uzayıp gider.
Evli olan insanlara bakıyorduk. Şöyle diyorlardı; ‘kendi hayatımız yok artık.
Kendimiz için yaşayamıyoruz. Bir akşam da canımızın istediği özgürlüğü yakalayamıyoruz.
Eve git yemek yap, çocuklarla ilgilen.'
Erkekler içinde geç geldiyse neredeydin?
Neden bu saate kadar dışarıdaydın? Çocuklarla yeteri kadar ilgilenmiyorsun?
Bekâr olunca da durum daha farklıydı, evdesin büyük bir yalnızlık dehlizinde kaybolmuş gibi eve gitsen de olur gitmesen de yemeği niçin yapacaksın?
Tek başına çay demleyip içmek paylaşmanın o muhteşem hazzını verir miydi?
Çocuğu olan çocuklardan şikâyetçi ders çalışıyor, çalışmıyor. Masrafları bitmiyor.
Haylazlık yapıyor, sözümü dinlemiyor, bana karşı geliyor. Vs. vs…
Çocuğu olmayanın da içinde bir uhde hem de nasıl bir uhde.
Onu ancak çocuk yüzüne hasret bir insan  anlayabilir. Onu ancak içi çocuk ateşiyle yanıp kavrulanlar bilebilir.
O zaman şartlarımız ne ise onu iyi değerlendirip kıymetini bilmeliydik.
Kaybedince ah vah etmenin hiçbir faydası yok bize.
Bütün bunları uzun uzadıya konuştuk ve sonunda şu kanıya vardık ki, elimizde olanların değerini zamanında bilmiyoruz diye.
Birde sahip olduklarımızı kaybetmek korkusu olursa içimizde onların değerini, kaybetmeden de bilebiliriz.
Aklıma bu konuları güzel toparlayacağına inandığım bir hikaye geldi.
 "Bir pâdişâhın acemi bir kölesi vardı. 
Bir gün bu köle ile gemiye binmişti. 
Köle o zamana kadar hiç gemiye binmemiş ve deniz görmemişti. 
Gemi yolculuğunun bir takım sıkıntıları ve zorlukları vardı. 
Köle, gemi limandan ayrıldığı andan îtibaren titremeye başladı. 
Ne yaptılarsa köleyi sâkinleştiremediler. 
Gemide âlim bir kişi vardı. Hükümdâra; 'Müsaade ederseniz ben onu susturayım' dedi. 
Hükümdar da o zâta izin verdi. 
O zât, köleyi denize attırdı. 
Köle birkaç kere suya battı, çıktı. 
Geminin bir tarafına can havliyle tutundu. 
Onu saçından tutup gemiye aldılar. 
Bu olaydan sonra köle, köşesinde sessiz ve sâkin oturdu. 
Hükümdar âlimden bu işin hikmetini sordu.O da; köle suya girmeden evvel, gemideki selâmetin kadrini ve kıymetini bilmiyordu. 
İşte huzûrla, saâdet ve sıhhat de böyledir. 
Huzûr içinde yaşayan, Mesut olan, bir felâkete uğramadıkça, o huzûr ve saâdetin kıymetini bilmez. 
İnsan hasta olmadıkça da, sağlığının kıymetini bilmez' dedi. 
Bir belâya ve felâkete uğradığında mahzun olma, Cenâb-ı Hakkın nice gizli lütufları vardır onda.' Vesselam!