<Tramvaylar – Laleli ve Bâyezid> 

-II- 

Osmanlı dönemi İstanbul’unun günlük yaşantısına katkıda bulunmuş ve yıllarca İstanbul halkına hizmet sunmuş bulunan çilekeş Tramvay ilk atlı, bilahare ceyranlı dönemlerinde nice İstanbul insanını yaz, kış demeden sabahları işine, akşamları ise evlerine taşımakla nice yıllar hizmet sunmuş bulunan Şehrimizin çilekeş hizmetkârı meşhur Tramvay, hemen her daim İstanbullu’nun sevgiyle andığı ve asla unutamadığı bir yolcu taşıma aracı idi. İdi diyorum zira günümüzdeki (Ekim 2014) demir yığınına Tramvay demek içimden gelmiyor!... 

İstanbul’un hemen her merkezi mahalini, adeta örümcek ağı gibi sarmış bulunan Tramvay’ın iki mevki olanları vardı ve iki vagondan müteşekkil olarak hizmet sunan Tramvay’ın arka vagonu yeşille krem rengi arası renkte olup, daha ziyade bütçesi dar kimselerin tercih ettikleri vagondu. Ön vagonu ise kırmızı ve krem renginde olup, birinci sınıftı ve birincinin yolcuları daha ziyade, elit tabakanın mensupları ile esnaf ve memur sınıfı yolculardı ve içi gayet nefis parfüm kokardı, koltukları ise deri kaplı olarak sol tarafı tek kişilik, sağ tarafı ise iki kişilikti. Benim okula başladığım yıllar 1938: Birinci mevki bileti, 15 Kr. İkinci mevki ise 10 Kr.tu. Talebe biletleri ise: Yüz para ve 5. Kr.tu. 

Tramvay’ın makinisti Vatman’ın bulunduğu mahal, iki tarafı açık olduğundan yaz, kış Vatmanlar gerçekten çile çekerlerdi, hem de devamlı olarak ayakta hizmet vermeye mecburdular zira, Vatmanın bulunduğu mahalde oturacak herhangi bir araç yoktu ve ayakta hizmet vermeye mecburdular. 

İstanbul çocuklarının en ziyade zevk aldıkları şey ise, Vatmanları kızdırabilmekti. Arada yol açmak için ayak çanına dokunan vatmanın ayak çanına dokunması: “Çin, çin” ses verdiğinde, yakınında bulunan çocuklar başlardı bağırmaya: (Dandini dandan, çekilin yoldan, Vatman geliyor şapkası yandan...) 

“Ortaköy-Aksaray” tramvayı her zaman benim tercihim olmuş ve her zaman, Aksaray’ın Tramvay durağında onu beklemişimdir. Bunun başlıca sebebi ise gideceği mahali belirten “sarı-kırmızı” tabelası idi. Serde “Galatasaraylı” olduğu için, bu Tramvay bana cazip gelir, 1948’lerde henüz “17-18” yaşlarında körpecik bir genç olarak, birinci mevkiinin arka sahanlığına geçer, karşıma düşen mavi camından kendimi seyrederek sözde Amerikalı aktör, “Humphrey Bogart” vari(!) sigara içerdim. Evet, benim neslim (1933) Amerikan kültürüne kanmış ve sonradan uyandığı zaman da iş işten geçmiş, bir gazi nesildir!... 

Muhtelif semtlere yolculuk yapan vatandaşlarımızı diledikleri semtlere taşıyan Tramvay, hemen her İstanbullu’nun başının tacı idi: (HARBİYE-AKSARAY, ŞİŞLİ-AKSARAY, KURTULUŞ-AKSARAY, TOPKAPU-BAHÇEKAPU, YEDİKULE-BAHÇEKAPU, EDİRNEKAPU-BAHÇEKAPU, FATİH-HARBİYE, ŞİŞLİ-TÜNEL, TAKSİM-BAYEZİD,) ve daha bir çok semte yolcu taşıyarak; inleye, sızlaya Belde-yi Şahane sakinlerine gönülden hizmet verirdi!.. 

Rahmetli Teyzem Bayan Araksi, her nereye giderse beni de yanına alır ve böylece küçük yaşta şehrimizin bir çok semtini görebilmek şansını elde etmiştim. Hep birinci mevkiyi istediğimden, cefakâr Teyzem, benim gönlümün olması için birinci mevki olanını bekler ve nihayet bindiğimizde de, koltuğa oturduğunda beni de kucağına alır ve böylece Tramvay’ın camından sokağı izlerken, bilhassa dükkân tabelalarını okurdum. Okumayı ve yazmayı, merhum Teyzem, henüz (5-6) yaşlarındayken bana öğretmişti ki, çoğu kimse beni taktir etmekteydi. Halbuki, taktir edilmesi icap eden, tabii ki, merhum Teyzemdi. 

Hele Tramvay Karaköy-Köprüsü’nden geçerken, şehir hattı Vapurlarının, Marmara’nın mavi sularında nazlı, nazlı süzülmelerini seyretmenin zevkine doyum olmazdı. 

Ve gün geldi bir sivri akıllı kalkıp, güzelim Tramvayları, tarihe gömdü onların yerine “Trolyobüs” denen ve aynen Tramvaylar gibi ceyranla hareket eden bir garip vasıtaya yer vererek, bizlere, Tramvayı aklınca (!) unutturmaya çalıştı!... 

İSTANBULLU VE İSTANBULLU’NUN YAŞANTISI

Cumhuriyet dönemi İstanbul’unun kendine has yaşantısı hiç bir zaman kendi folkloru içinde, bir bütün olarak sunulmamış ve sadece bazı vak’alar ile ünlü kişilerin yaşantıları üzerinde durulmuş ve böylece İstanbul ile İstanbulluların asıl değerleri her daim istemeden de olsa geri plâna itilmiştir. 

Halbuki, İstanbul ahallisinin kendine has özelliklerini benliğinde taşıyan, hemen her mahallenin “meçhul kahramanları” ile muhtelif Bayramların özellikleri, bilhassa mübarek Ramazan ayı’nın mistik ruh yapısı; yaz ve kış yaşantısı içinde karşılaşılan iyi ve kötü günler vs. Sadece Osmanlı dönemi içinde dile getirilmeye çalışılmış ve o malum nakaratın arkasında saklanılarak: (Ay o eski Ramazanlar, o eski Bayramlar) nakaratı her daim temcit pilavı gibi, sofralara sürülmüş ve hâlâ aynı nakarat devam edip gitmektedir: (11 Ekim 2014). 

Halbuki, Bayramların eskisi, yenisi olmaz; kutlarsan, kutlanır. Kutlamazsan kutlanmaz. Keza, mübarek Ramazan-ı Şerif de aynısıdır; vecibelerini yerine getirirsen, örf ve ananene sadık davranırsan, geçmiş olan sadece tatlı bir hatıra olarak belleğinde yer alır. 

Elhâmdüllâh bizler de “Cumhuriyet devri” insanıyız ve (1943-1965) yılları arası “mübarek Ramazan-ı Şerif” ile diğer Bayramların, ne muhteşem şenliklerle kutlandığını ve hatta; mahalle girişlerine semt sakinleri tarafından göz kamaştırıcı taklar kurulduğunu ki, maddi giderini kendi aralarından topladıkları paralarla karşılarlardı. Çok şükür bizzat görüp, yaşayanlardanız. 

Bayram günleri Tramvay’ların adeta bir gelin gibi süslendirilmesi ise, asla unutulmayacak bir tatlı anı idi. Bizim neslimizin, zevkleri sade ve fakat, samimi idi, aşırı abartılara asla yer verilmez, elde ne varsa onunla kifayet edilmesi bilinirdi. 

Sabahın erken saatlerinde Aksaray’dan Laleli’ye çıkmaya başladınız mı, hemen her taraftan kokan ıhlamur kokuları adeta sizi büyüler, ruhunuzdan gelen tatlı bir sevinç sizi apayrı bir aleme adeta sürüklerdi... 

Lâleli çıkışı tam ortadan, Bâyezid’e kadar ıhlamur ağaçları, yolun iki tarafından da Tramvay yolu ve yaya kaldırımı bulunuyordu. 

Sağdaki yaya kaldırımında yürürken, meşhur Fırıncı Bedros’un, renkli ve şeffaf kâğıtlara sarılı nefis Francola Ekmekleri sizi karşılardı. Merhum Annemle haftada bir gider iki adet Francola alırdık. Bedros Efendi, annemin sınıf arkadaşıydı ve bir seferinde: (Biliyormusun Siran, Lâleli can çekişiyor, Francola almaya gelenlerin içinde garip tipler belirmeye başladı; aldığı Francolayı bana vererek, içine beyaz peynir koymamı isteyen müşteriler türedi...) Aynı sırada Bâyezid’e doğru; Muhallebici, Turşucu, Çorbacı, Koska Çaycısı ve Koska Helvacısı gibi semtin adına damgalarını basmış müesseseler vardı. 

Lâleli Çorbacısı’nda, kemik suyuna bir porsiyon Piniç Çorbası içebilmek, her zaman nasip olmazdı. Zira, porsiyonu (15 Kur.) olan ve bir tas içinde sunulan çorba pek nefisti ama, her gün içebilmemiz mümkün değildi ve ancak fazladan bir bahşiş almışsak mevzubahis Çorbacıya gidebilmekteydik. 

Lâleli’nin sakinlerinden, Paşazadelerin; akşam üzeri, 5. Çayını içtikten sonra, Lâleli Caddesinde yürüyüşe çıkmaları, semte ayrı bir güzellik vermekteydi. Hele, refikası ile birlikte akşam üstü gezisine çıkan ve gümüş saplı bastonu ile yavaş, yavaş Bâyezid’e çıkışını görmek, gerçekten bahse değerdi ve işte elit tabaka insanı demekten kendinizi alamazdınız!.. 

Bâyezid’e çıkışta sol kolunuzda kalan meşhur tarihi “Patrona Hâlil” Hamamı ki, bizim gençlik yıllarımızda “İnzibat Merkezi” olarak değerlendirilmekteydi. Hemen hiç kimsenin dikkatini çekmemekte, kimse umursamamaktaydı. Zira o yılların şehir sakinleri, henüz “Turizm akarı” ile tanışmış değildi. 

1940’lı yılların dünyaca meşhur havuzlu meydanı olan Bâyezid Meydanı’nın en büyük özelliği, dünya üzerinde başka bir eşinin olmayışıydı. Zira, Hamburg’ta olan diğeri, II. Dünya Harbi’nde, yerle bir edilmişti. 

Sağ dönüşte, meşhur “Sahaflar Çarşısına” giden bölümdeki meşhur “Çınar-Altı Çayhanesi”nin içinden geçer ve böylece tarihi Sahaflar Çarşısına ayak basardınız. 

“Dişçilik Okulu” ile Devlet Kütüphânesi girişleri mezkûr bahçenin içinde kalmaktaydı. Sahaflar Çarşısı’nın arka sokağında meşhur “Bakırcılar Çarşısı” vardı. Lâkin, hemen hepsi Bakırcı olmayıp, içlerinde başka zenaatlarla da iştikâl eden esnaflar vardı. 

Pazar tatillerinde mevzubahis sokakta yer sergileri açılır, hemen her nevi nesne yok pahasına satılır; alan da, satan da memnun evlerine giderlerdi. Ben daha ziyade kartpostallar üzerinde durur, onlardan seçerek aldığım kartpostalları, zevkime göre sınıflandırır ve öyle saklardım. Her kartın tanesi (5 Kur.)tu. Günümüzde ise kartına göre tanesi, (300-500 TL.)a alıcı buluyor. 

Cihan tarihinin en mümtaz, en eşsiz Beldesi olabilme vasfını; “yıkıcıların vicdansızlığına rağmen”, varlığını hâlâ sürdürebilen bu, maganda zihniyetin kurbanzedesi Belde-i Şahane. Günümüz kalemşörleri’nin kahir ekseriyeti tarafından bir kenara itilerek: “Ah! Beyoğlu, vah! Beyoğlu” diyerek, Beyoğlu için adeta ağıtlar yakmakta ve de bu tutumları, biz kadim İstanbulluları derinden üzmektedir!... 

Bütün bu hususları bilhassa dikkate alarak, naçiz kalemimle hemşerisi olmaktan şeref duyduğum, İstanbul’umu gerçek çehresiyle elimden geldiği kadar yeni nesillere tanıtabilme mücadelesine girmeyi, bir hemşehirlilik borcu bildim. Hürmet ve saygılarımla tüm okuyucularımın sıhhatli ve mutlu yaşamalarını diler, yeni bölümde buluşabilmek dileğim ile saygı ve sevgilerimi sunarım efendim. 

<devam edecek>

Not: Yazıdan herhangi bir pasaj alınması halinde gazetemize müracaat edilmesi gerekmektedir.