Filozofların yaratma ve varlığın ezeli olması konularındaki fikirleri, 'imkan' yani bir nevi ‘nedensellik’ tartışmasıdır. Gazali bunu Allah'ın kudreti, sıfatları kapsamında değerlendirmistir. Yani yaratılış doğa kanunlarından bağımsızdır ve onlarla açıklanamaz.  Bana göre bu hususta İslam filozofları, panteistlerin düstüğü derin hataya düşmektedirler. Yaratılışı alemin içerisindeki kanunlarla değerlendirerek panteistlerle aynı çizgiye gelmiş oluyorlar. Halbuki Allah alemden ayrıdır, ondan ve onun içerisindekilerden münezzehtir. Oradaki nedenseliğin ve kanunların da yaratıcısıdır. Bu dengenin sahibi ve halıkıdır. Allahın irade etmesini, doğadaki nedensellik bağına indirgemek küfür olarak ifade edilmelidir. İslam filozoflarının bir kısmı ayet ile sabit olan bu konuda dinin özüne ters düştükleri görülür.  İnce nüans içeren bu mevzu kişiyi şirk tehlikesi ile karşı karşıya getirir. İmkan ve nedensellik mefhumlarını ele alan mantık ilmidir. Hem mantık ilmi açısından hemde diğer ilimler açısından sorun edilen mevzulara tevhidi merkeze alan cevaplar ve yorumlar getirmek zorunludur. İslam filozoflarının bu konu üzerine vardığı sonucun cüzzi aklın ürünü olduğunu bilmek, eksik olduğunu bilmek, bu şekilde okumak, bizi şirk tehlikesinden koruyabilir.

Filozofların mantık ve cüzzi akıl ile vardıkları sonucun, Tevhid akidesi ile nasıl ters düştüğünü bahsi edilen şu mevzuda görürüz: "Fiilin fâille hem varlık hem de yokluk yönünden bir ilişkisinin olması da geçersizdir. Çünkü yokluğun fâille ilişkisi olmadığına göre, ikisinden olması da doğru değildir. Bu durumda filozoflara göre geriye fiilin varlığı kalmaktadır. Öyleyse fâile bağlı olan, fiilin yokluğu değil, varlığıdır. Sonradan var olanın fâile ihtiyacı var olma yönündendir ve sadece bu yönüyle mümkün varlıktır ve bunda da başka hiçbir fâile ihtiyaç duymaz. Her ne kadar fiilin fâile bağlılığı var olma yönünden ise de, fiil var olduğu sürece fâilden bağımsız kalamaz. Bunu filozoflar ışık-güneş örneği ile açıklarlar. Örneğin ışık her durumda güneşe bağlı olduğu gibi, fiilin de varlığı her durumda fâile bağlıdır ki, Allah âlem ilişkisi açısından düşünürsek bu âlemin hep Allah ile birlikte, yani ezeli olduğu sonucuna götürür. Çünkü nedenli, nedenden müstağni kalamaz. Neden ve fâil yok olursa, nedenli ve fiil de yok olur. Fâil öncesiz ise fiil de öncesizdir. Çünkü fiilin fâile bağlılığı yukarda geçtiği gibi, yok iken var olan anlamındaki meydana gelme değil, yalnızca varlığı yönündendir. Demek ki filozoflara göre âlem, her zaman mümkün olduğuna göre, onun daima var olmuş olması gerekir. Bunun anlamı âlemin ezeli olmasıdır." (Nakleden, Tuncay AKGÜN, GAZALİ’YE GÖRE YARATMA,) 

Yaratma konusu, Kelamcılarla felsefeciler arasındaki temel problemlerden biridir. Felsefeciler ezeli yaratma fikrini, kelamcılar ise sonradan yaratma fikrini savunurlar. Felsefenin çıkarımları zaman kavramında düğümlenir, ezeli bir hareket, ezeli bir varoluş söz konusu edilir. İslam inancı, hatta ilahi dinlerin tamamı bu konuda farklı düşünür: 'Ezeli olan sadece Yaratıcının kendisidir.' Ona eş değer ve varlığı onunla başlayan hiçbişey mümkün degildir. 

Hakikatin bilgisine erebilmek, herseyin halk edilmesinin başlangıcını Yaratıcıya bağlamaktan geçer. Gazalinin ve birçok kelamcının görüşü budur. Bu aynı zamanda Hakikatin istikametidir. 

Bu hakikatin düşündürdüğü, Akaidi anlamak, Tanrı ile Alemlerin arasındaki ilişkiyi anlamanın temelidir. Bu sebeple inanç esasları bu mevzu ile başlar. Özellikle bu temel mevzu Tanrı-Evren aynılığı gibi panteist görüşdeki sapkınlığı da ortaya koyması açısından önemlidir.

Tüm bu yanlışlıklardan ayrışma süreci; yaratıcı, alem, insan ve zaman kavramlarının hakikat çerçevesinde tanımlanması ile mümkündür. Aynı zamanda bu tanımlamanın hakikat ekseninde yapılması, -zarurî varlık(vacibül vucüt) ve mümkün varlık(mümkünul vücut)-, Insan-Yaratıcı arasındaki ilişkiyi Rab ve Kul(İbadet edilen ve ibadet eden) boyutuna çeker.

Yaratıcıya ait olan sıfatların iyi bilinmesi, ilmin başı aynı zamanda itikadın zaruretidir. Bu bilgi hem kitabi hem kalbi bilgidir. Yani kitaptan ögrenilen kısmı olduğu gibi kitapta olmayan ama insandaki letaiflerin çalışması ile içsel bir bilgi olarak kalbe tezahür eden tarafı vardır. Kitabi olanda kalbi olanda hakikatin ışığıdır.

Allahın zati sıfatları: Vücut, Kıdem, Beka, Vahdaniyyet, Muhalefet-ün lil-havadis, Kıyam bi-nefsihi. Subuti sıfatları: Hayat, İlim, Semi, Basar, İrade, Kudret, Kelam ve Tekvin. Ehli Sünnet Alimlerinin Kelam İlmi ile Kelam ilminin kaynak ve yontemleri ile ortaya koydukları sıfatlar özünde Nakli delildirler. Nakli yani kaynagı vahiy olan delildirler. 

Felsefeciler bu nakli olan hakikat bilgisine akıl süzgeciyle bakıp yorum getirmek istemektedirler. Onlar bu metod ile gerçegin bilgisine ulaşıp, onunla yetinmeyi amaç edinmişlerdir. Felsefe ilmi, cevapların bu denli keskin ve tatmin edici olmasını istemez. Bu onun sorgulayıcılık ilkesine terstir. Akaid ile aralarındaki farkın temeli bu ilkeden kaynaklanmaktadır. 

Allah'ın sıfatları ve esması zatına hastır, zatının nitelikleridir fakat tam manası ile zatı değildir. Her birisi bir durumuna işaret eder ama zatını tasvire hepsi birden bile güç yetiremez. Kısacası Tek tek bu sıfatlar yüce Allah'ın zatına kaimdir, münezzeh edilemez, fakat zatının tanımı olmakta yetersiz kalır.

Tüm bu sıfatlar Allahın alemden ayrı olduğu gerçegini ortaya çıkarmakla birlikte, birşeyi bir başka şeyden çıkarması gibi bir düşünceyi de bertaraf edip yokdan var eden (Halık) olduğunu ortaya koyar.

Gazali, Allah'ın sıfatları ile cevabını bulan felsefi sorulara bu akidenin dışına çıkarak cevap veren, ehli sünnet akidesine ters düşen, yorum yapan İslam filozoflarına reddiyeler yapmıştır.

İslam akaidinin temelinde Yaratıcıyı zaman ve mekandan münezzeh bilmek esastır. Bunu bir gerçeğin bilgisini arar gibi arayanlar bulunabilir, sorgulama felsefenin doğasında var olan birşeydir. İnanç ise gerceğin bilgisine değer verir; fakat kabulü hakikattir. İnanca göre gerçeğin bilgisi bizi hakikate götüremiyorsa değer kaybına uğrar. İslam akaidi, gerçek ve hakikat dedigimiz iki kavramı ve birbiriyle bağlantısını bu kapsamda degerlendirir. Gerçeğin bilgisinden, Hakikatin çizgisine gelemiyorsak Akide için bu kısır bir durumdur. İlmel yakin olarak kazanılan bilgi teori planında kalabilir. Bu yüzden mutlaka eserden müesiri hakkıyla görebilecek bir çizgiye gelmek gerekir.