Hepimizin bildiği üzere kültür turizmi; yurt içi veya yurt dışındaki doğal güzellikleri, sanat eserlerini, o yörenin tarihini, yemek kültürünü, yerel halkın yaşam biçimlerini anlamaya yönelik yapılan gezilerdir.

Geçtiğimiz günlerde eşimle birlikte katıldığımız Kars- Erzurum turundan oldukça etkilendiğimi söyleyerek konuya giriş yapabilirim. Uçaktan inip Kars’a giriş yaptığımızda şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Hiç gelişmemiş medeniyetten tamamen uzak bu şehir 5000 bin yıl öncesine uzanan tarihinin kokusunu adeta içine hapsetmişti.  Bir Serhat kenti olan Kars, konumundan dolayı sürekli savaşlara maruz kalmış, Rusların saldırısına uğradığından da hep bir asker kenti, paşalar şehri olmuş. Çekmiş olduğu acılardan dolayı Gazi unvanı ve madalyası alan Kars’ta Osmanlı, Rus ve Ermeni mimarilerinin en güzel örneklerini bir arada görmek gerçekten de ender rastlanan durumlardan birisi. Gelişmemesine rağmen sanata bu kadar çok önem veren bu şehir beni gerçekten çok derinden etkiledi. Kaldığımız iki gün boyunca rehberimiz sevgili Serhat Güneş’in anlatımı eşliğinde tarihinin kokusunu iliklerimize kadar hissettiğimiz Kars’ta içimi cız ettiren görüntülere şahit olmanın burukluğunu da yaşamadım değil… Madalyonun bu yüzünü sona bırakarak şehrin tarihinden devam etmek istiyorum.

Kars Arkeoloji müzesi, 12 Havariler kilisesi, Taşköprü, Fethiye Cami, Kars Kalesi, Büyük Katedral, Selçuklu Sarayı, Kanlı Tabya, Ani Harabeleri, Resimli Kilise, Çıldır Gölü, Menuçehr Cami, Kafkas Cephesi Harp Tarihi müzesi… Gezdiğimiz bu yerlerin hepsi bizi derinden etkileyen Rus savaşlarının etkisini iliklerimize kadar hissettiren tarihi güzelliklerdi. Hepsinin bıraktığı etki apayrıydı fakat Kanlı Tabya ve Ani Harabeleri bende çok daha derin izler bıraktı. Kanlı Tabya yol müzesine girdiğimizde içeride ki karanlığı yan yana dizili asker çarıklarının ışığı aydınlatıyordu. Rusların Kars’a yaptığı gece baskınında Tabya’da ki askerlerin tamamı şehit edildiği için adını buradan alan müzede etkilendiğim diğer ayrıntılar ise donarak ölen asker ve ailelerinin yazmış olduğu duygu dolu mektuplar ile onların gerçeği yansıtan balmumundan yapılmış heykelleriydi. Karşılaştığım manzara karşısında gözlerimin dolmasına engel olamadım.

Turumuzun ikinci gününde gittiğimiz Ani Harabeleri’de biraz önce dediğim üzere yine beni derinden etkileyen yerlerden biri oldu. Şehrin Güneydoğusunda Arpaçay boyu, Ermenistan- Türkiye sınırında bulunan bu antik şehir Demir Çağının en önemli yerleşim merkezlerinden birisi olmakla birlikte Mezopotamya, Orta Asya ve Kafkaslar’ dan gelen çok uluslu ve çok dinli toplulukların buluşma yeri olmasının özelliklerini de bünyesinde barındırıyordu. Kars’ı kültür turizminin merkezi haline getiren, tarihi İpek Yolu üzerinde yer alan, kendi zamanının en ihtişamlı ve zengin kenti Ani’ den kalan harabeler, 1996’ da UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmıştır. En parlak dönemini Ermeni Kralı Gagik döneminde yaşadığı söylenilen bu antik şehir mutlaka görünmesi gereken tarihi mekanlardan birisi diye düşünüyor ve şiddetle tavsiye ediyorum.

Kars ilimizin tarihinden etkilenmemek mümkün değil ama Ani Harabelerine giderken öyle bir yerden geçtik ki geçtiğimiz yol boyunca içim cız etti. Ocaklı köyü… Ani Harabelerinin sınırları içinde olan bu köydeki evlerin tamamı antik şehrin yıkıntılarından çıkan taşlardan yapılmış. Neredeyse hepsi bir örnek, tek katlı ve çatısız. Derme çatma yapılan evlerde yine derme çatma kapı ve pencerelerden başka gözüme çarpan bir diğer ayrıntı da çatıların üzerine serilen çuvalların toprakla örtülü olmasıydı. Bu sebepledir ki tüm çatılarda otlar bitmiş; uzaktan bakıldığında her biri sarı buğday tarlasını andırıyordu. Medeniyetten uzak şehir hayatından bir haber yaşayan insanlarımızın kabullendiği bu hayatı biz yaşayabilir miydik, acaba? Doğru dürüst penceresi, çatısı, kapısı, bacası olmayan her yer çamur toprak ve havaya karışan gübre saman kokuları içinde… Ayaklarımızda kauçuk terliklerle kışın ayazında bata çıka o çamurlarla, yazın sıcağında ise kızgın güneşin altında ekin biçmeye çalışıp koyun güderken alnımızda oluşan derin çizgilerle başa çıkabilir miydik, bilemiyorum. Ah… Hele o çocuklar… Altı, yedi, sekiz yaşlarında her birinin gözlerinden zeka fışkırıyordu. Otobüsten inince neredeyse hepsi etrafımı sardı. “Abla” dedi içlerinden biri, “Senin tırnakların takma mı? Sonra ekledi, “Rujun ne güzelmiş, yanında varsa bana verir misin?” Keşke alsaydım yanıma, diye düşündüm o anda. Teknolojinin olmadığı yerde büyüyen çocukların oraya gelen turistlerden dolayı her şeyden haberleri vardı. Sadece oje veya ruj değildi mesele, yaşadıkları yerin tarihini o kadar güzel ezberlemişlerdi ki dinlerken ağzım açık kalmıştı.

Özellikle ertesi gün Erzurum’a geçip Sarıkamış, Peri Bacaları, Ulu Cami, Çifte Minareli Medrese ve Yakutiye Medresesinden sonra Üç Kümbetlere vardığımızda sözü rehberimiz Serhat Güneş’in ağzından alan on iki on üç yaşlarındaki o çocuk, üzerinde ki incecik kot cekete burnunun akmasına aldırmadan anlatmıştı, yaşadığı yerin tarihini. Anlayacağınız Kars’tan sonra Erzurum’ da içimi burmuştu. Böylesine zeki çocukların yaşadıkları hayata yenik düşüp okullarını bitirememeleri veya istedikleri mesleği yapamamaları ne büyük bir kayıptı ülkemiz için, insanlık için.  Kim bilir kaç çocuğumuz hayal ettiği hayatı yaşayamayıp kendine bir gelecek kuramıyor. Hem kendine hem de ilerde doğacak çocuklarına yetemiyor. Kim bilir… O an elimde bir değnek olsun istedim, düzeni değiştirebilmek için ama nafile… Keşke herkes hak ve hayal ettiği hayatı yaşayabilseydi.

Şahit olduklarımı gördükten sonra kültür turlarının güzelliğine bir kez daha inanarak evime geri döndüm.İmkânınız varsa eğer sizlerde kendinizi bilmediklerinizi öğrenmekten alıkoymayın. Gidin, görün, yaşayın, hissedin ve öğrenin. Sevgiyle kalın…