Türk Milletinin kadim geçmişi, binlerce yıllık köklü bir tarih içerisinde harmanlanmış, dil, din ve kültür mirasına ile bilgi birikimi, deneyim, tecrübe, örf, adet, anane ve köklü bir geleneğe dayanmaktadır. 

Batılı tarihçiӀere göre Türk tarihi, M.Ö. 2500 ile M.Ö. 1700 yılları arasında Afanasiyevo kültürü ile başlar ve M.Ö. 1700 ile M.Ö. 1200 yılları arasındaki Andronovo Kültürü ile devam eder. Kimi tarihçiler ise Türk tarihinin, Türkmenistan’da bulunan Anu medeniyeti(MÖ6000-8000) ile başladığını ifade etmektedirler. 

Ünlü Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, ise yapılan son çalışmalar neticesinde Sümerlerle Türklerin ilişkisini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Sayın Çığ, Sümerlerin Mezopotamya’ya Orta Asya’dan göç ederken kültürlerini de berbaberlerinde taşıdıklarını ‘Sümer’de Tufan, Tufan’da Türkler’ isimli kitabında ayrıntılı olarak ortaya koymaktadır…

Yaratılış, Saka (Alp Er Tunga, Şu)‚ Hun-Oğuz (Oğuz Kağan, Attila)‚ Göktürk (Bozkurt, Ergenekon)‚ Uygur (Türeyiş, Göç) gibi Türk Destanları’nın Türk bilim ve kültür hayatına önemli etkileri olmuştur.    

Orta Asya’da Karahanlılar, Horasan ve Kuzey Hindistan’da Gazneliler, daha batıda İran, Irak, Suriye ve Anadolu’da Selçuklular gibi Türk devlet ve imparatorluklarının ortaya çıkışı ile birlikte Türk Dünyasının önemli şahsiyetleri de bu süreçte bir bir ortaya çıkmaya başlamıştır. 

Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı Divanu Lugat-it Türk ile Yusuf Has Hâcib’in yazdığı Kutadgu Bilig Türklerin ileri bir kültür düzeyine eriştiklerini gösteren en önemli eserlerin başında gelmektedir.

Türk Dünyasının ortak değerlerinin oluşması ve bizlere binlerce yıllık tarih süzgecinden süzüle süzüle gelmesi pek tabi ki çok büyük zorluk, emekler ve mücadelelerin neticesinde gerçekleşebilmiştir...

Türk dünyasının ortak değerlerinin binlerce yıllık zorlu süreçler neticesinde korunarak günümüze kadar ulaşabilmesinde kuşkusuz en büyük görev şairlerimize, ozanlarımıza, fikir adamlarımıza,, bilim insanlarımıza, yazarlarımıza, tarihçilerimize ve kültür elçilerimize düşmüştür

Bu anlamda ilk olarak akla gelen ortak değerlerimize bakacak olursak; Dede Korkut, Farabi, İbni Sina, Yusuf Has Hacip, Kaşgarlı Mahmud, Hoca Ahmet Yesevi, Ahmet Yükneki, Mevlana, Yunus Emre, Nasreddin Hoca, Genceli Nizamî, Hacı Bektaşi Veli, Ahi Evran, Ali Şir Nevai, Fuzulî, Köroğlu, Karacaoğlan, Mirza Fethali Ahundzade, Abay Kunanbayulu, İsmail Gaspıralı, Elekber Sabir, Mehmet Âkif Ersoy, Ziya Gökalp, Mağcan Cumabayulu, Bahtiyar Vahapzade, Muhtar Avezov, Hüseyin Cavid, Ârif Nihat Asya ve Cengiz Aytmatov gibi isimleri karşımıza çıkmaktadır.

Türk milleti bünyesi içerisinden binlerce yıllık süreçte çok özel isimler yetişmiştir.  İşte bu isimlerden bir tanesi de Farabi’dir. 

Büyük Türk bilgini ve filozofu Fârâbî’nin doğumunun bu yıl 1150. yıl dönümü kutlanmaktadır.  Tam adı EbûNasr Muhammed bin Muhammed bin El-Tarkanî Turhan bin Uzluk el-Fârâbî el-Türkî olan ve Batı’da Alpharabius veya Avennasar olarak tanınan Fârâbî, 870 yılında Türkistan’ın (bugünkü Kazakistan sınırları içerisinde) Fârâb (Otrar) şehri yakınlarındaki Vesiç kasabasında doğmuştur. 

Farabi’nin dünya çapında bir şöhrete erişmesi kimi milletleri onu sahiplenme yarışına soksa da, isminde geçen “Turhan”, “Uzluk” ve “Türkî” isimleri onun etnik kökeni ile ilgili tartışmaların anlamsızlığına açık delildir. Farabi'nin Türk olduğu halde eserlerini Arapça yazmasının sebebi bazı kesimlerce merak ve istismar konusu olmuştur. Nasıl bir dönem Ortaçağ Avrupa’sının ilim dili Latince ise, Farabi'nin yaşadığı dönemde de bulunduğu coğrafyadaki ilim dili Arapça idi.

Bu bağlamda tarihçi Frédéric Starr, konuyla ilgili olarak, “O dönemde Orta Asyalı düşünürlerinin çoğunun Arapça yazdığı doğrudur. Hatta Arapça’nın tüm İslam Alemi’nde ortak dil (lingua franca) olarak saptanmasının bir uluslararası fikir pazarı oluşturmasındaki rolü çok büyüktür. (…) İngilizce kitap yazan bir Japon ne kadar İngiliz ise, bin yıl önce eserini Arapça yazan bir Orta Asyalı da o kadar Arap’tır” diye yazmıştır.

Farabi, ilk eğitimini doğduğu yer olan Farab’da almış ve memleketinde kısa bir süre kadılık da yapmıştır. İlme olan merakı onun önemli kültür merkezlerine yönelerek kadılık görevinden vazgeçmesine vesile olmuştur. Farabi, bu amaçla Buhara başta olmak üzere, Semerkant, Merv, Belh ve Bağdat gibi pek çok şehre gitmiştir. Farabi, önce Harran(: Urfa)'lı Yuhanna İbn Haylan'- dan felsefe dersleri alarak bu sayede Ortaçağın meşhur Trivium(: gramer, belagat mantık) ve Quadrivium' (: Aritmetik, geometri, astronomi, müzik)'u üzerinde bilgi sahibi olmuş, özellikle musiki alanında önemli eserler vererek, bu alanda yeni buluşlar yapmıştır.

Adını ilk duyuran Türk filozofu Farabi olmuştur. Hem Aristo mantığı ve metafiziğinin önemli bir yorumcusu, hem de orijinal bir filozof olması sebebiyle kendisine “Muallim-i Sâni” yani “İkinci Öğretmen” lakabı verilmiştir. 

Bağdad'da Muhammed İbn Cellad ve Ebu Bişr Metta İbn Yunus'tan tıp, matematik ve mantık öğrenmiştir. Çalışma yaptığı ilimlerin hemen hepsinde bir uzmanlığa sahip olduğunu eserleriyle ortaya koymuştur. Eserlerinin büyük bir kısmını yazdığı Bağdat’ta yaklaşık yirmi yıl kalan Fârâbî, şehirde meydana gelen karışıklıklar nedeniyle 941 yılında Bağdat’tan ayrılarak önce Şam’a, oradan da Halep’e geçmek durumunda kalmıştır. İlerleyen yaşına rağmen 948 yılında son seyahatini Mısır’a gerçekleştiren Fârâbî yeniden Şam’a dönmüş ve 950 yılında, 80 yaşındayken burada hayatını kaybetmiştir.

Felsefenin her alanında başarılı çalışmalar gerçekleştiren Farabi’nin esas etkin olduğu alan mantık bilimi üzerinedir. Kendisinden önce yaşamış olan filozofların çözümsüz bıraktığı karşılaştırma ve ispat teorisi üzerinde durmuş ve bu problemleri kendisine özgü üslubu ile çözüme kavuşturmuştur. Mantığın her bir bölümü için ayrı kitaplar yazmış ve kendisinden sonra gelecek nesillere bu konuda zengin bir kaynak bırakmıştır. Ana dili olan Türkçe dışında, eserlerini bu dilde yazacak kadar Arapça bilen Farabi’nin iyi derecede farsça, İbranice, Süryanice dillerini de bildiği eserlerinden anlaşılmaktadır. İslam Rönesans’ının kurucusu sayılan Farabi, X. Yüzyıla adını vermiş (“The Age of Farabism” - “Farabicilik Çağı”) büyük bir Türk filozofudur. 

Titreşimlerin dalga uzunluğuna göre azalıp çoğaldığını tespit ederek, ses olayının ilk fiziki izahını ve ispatını yapan Farabi, “sen mi üstünsün, Aristo mu?” diye soranlara “eğer Aristo’ya yetişseydim onun seçkin bir talebesi olurdum” diyecek kadar da alçak gönüllü bir kişiliğe sahiptir.

Bilim tarihinin en büyük filozoflarından biri olan Farabi, musiki alanında da önemli çalışmalar yapmış ve bu alanda “Muallim-i Evvel” (ilk üstat) unvanıyla anılmıştır. Siyaset felsefesinde Platon’un temellendirdiği görüşleri (Türk Dünyası) Doğu toplumları ve İslam anlayışına göre uyarlamış, kaleme aldığı 160 kadar eser, hem Türk-İslam Dünyası, hem Doğu hem de Batı bilim dünyasında uzun yıllar temel eserler olarak kullanılmıştır.

Farabi, felsefeyi Orta Çağ Hıristiyan dünyasında olduğu gibi sadece teolojik olmaktan çıkarmış, felsefenin varlık üzerine gerçek anlamıyla akılcı bir uğraş haline gelmesini sağlamıştır. 

İlimler tasnifi de yapan Fârâbî; hareket, kuvvet, ağırlık, zaman, miktar, boşluk, uzam, nicelik, sınırsız, sonlu, ışık, ses, ısı, hava katmanı olayları, gök nesneleri gibi fizik ve doğa konularını, ya tek başına ya da Aristoteles’in (öl. MÖ 322) yapıtlarını açıklayarak ele almıştır. 

Astronomide Batlamyus’un(öl. MS 168), matematik ve geometride Öklid’in (öl. MÖ. 275) görüşlerini açmış, tıpta Hipokrat (öl. MÖ 370) ve Galen (öl. MS 201), psikolojide Aristoteles üzerine çalışmıştır. Müzikte, giriş kitapları yanında, uzmanlık gerektiren birçok konuyu ayrıntılı olarak tasnif etmiştir. 

Felsefede, felsefe kavramı, tanımı, ortaya çıkışı, gerekliliği, filozofların adları gibi giriş niteliğindeki eserlerin yanı sıra zat, töz, mahiyet, hüviyet, tabiat, bir, birlik, atom, kuvvet, sonlu, sonsuz, maddeden ayrı tözler gibi özel konularda da yazmıştır. 

Farabi, felsefenin bilgi, varlık ve değer gibi üç temel alanında monografiler, özetler, Aristoteles’le ilgili çeşitli büyüklüklerde özetler ve tefsirler yapmıştır. Bilgi teorisi ve mantık, ile bilgi psikolojisi dallarında, her konuyu ya parça parça ya da tümce, ayrıntılı monografiler halinde irdelemiş ve özellikle varlık ve değer alanlarında örgülü ve temelli ana yapıtlar vermiştir. Ayrıca, Aristoteles ve Platon’un (öl. MÖ 347) görüşlerini ve yapıtlarını tanıtmış, görüşlerini uzlaştırma girişiminde bulunmuş, Afrodisiaslı İskender (öl. MS 200), Yuhanna Filoponos (öl. MS 570), İbn Ravendi (öl. MS 910) ve Zekeriyya er-Râzî (öl. MS 925) gibi düşünürlerin düşüncelerini tartışmıştır.

Fârâbî, tüm yazdıklarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak İbn-i Sîna(öl. MS 1037), İbnTufeyl (öl. MS 1186), İbnBace (öl. MS 1138), İbnRüşd (öl. MS 1198) gibi Müslüman. Yahya İbn Adî (öl. MS 974), Albertus Magnus (öl. MS 1280), Roger Bacon (öl. MS 1294), Gundissalinus (öl. MS 1181), Aquinalı Thomas (öl. MS 1274) gibi Hristiyan. İbnMeymun (öl. MS 1204) gibi Yahudi olan farklı dinlerden bir çok filozofa değişen ölçülerde etkilerde bulunmuştur.

Farabi, gerek özel hayatında, gerekse düşünce hayatında tam bir filozof olarak hayatını sürdürmüş, son derece özgün bir düşünür olarak kendine has felsefi bir sistem kurmayı başarmıştır. İslam felsefesi tarihin derasyonal/ Atistocuey ilimi ifade eden Meşşaîlik akımının ikinci kurucusu sayılan Farabi, Meşşai okulunun İbn-i Rüşd dönemine kadar olan yaklaşık 250 yıllık dönemini de derinden etkilemiştir. 

Farabi’nin eserleri Aristo düşüncesinin yeniden anlaşılmasında merkezi bir öneme sahip olmuş, arkadan gelen felsefi zenginliğe ilk açılımı yapmıştır. İbn-i Rüşd ve Endülüslü filozoflar Farabi’yi mantık, psikoloji ve siyaset konularında önemli bir otorite olarak görürler. O’nun düşüncelerinin yayılmasının ve tüm Avrupa kültürü üzerindeki etkisinin İbn-î Sînâ ve İbn-î Rüşd tarafından kolaylaştırıldığı söylenebilir.

Doğu ile Batı arasında manevi bir köprü vazifesi gören Farabi, Avrupa Rönesans’ında, dünya görüşünün oluşumu ve bilginin gelişiminde doğrudan etkili olmuş düşünürlerin başında gelir. Avrupalı düşünürlerin Aristo, Eflatun ve diğer Yunan filozoflarının fikirlerine O’nun tezleri aracılığıyla geri dönüşü, Avrupa’da Rönesans’ın, yani Uyanış Çağı’nın ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Ünlü Batılı filozoflar, Büyük Albert ve Thomas Aquinas Orta Çağ döneminde gerçekleştirilen kuramsal araştırmalarını Fârâbî’nin yazılarına dayandırmışlardır.

Hiç kuşku yok ki, “Müslüman Rönesansı”nın oluşumunda da belirleyici rollerden biri Fârâbî’ye aittir. Kazakistan Kurucu Cumhurbaşkanı Nur Sultan Nazarbayev, “Büyük Bozkırın Yedi Özelliği” adlı eserinde, “Türk Dünyası’nın beşiğinin bütün dünyaya büyük düşünürler kazandırdığını ve bunların başta gelenlerinden birinin El-Fârâbî” olduğunu belirtmiştir. 

Türkistan coğrafyası, büyük şairlerin, filozofların ve matematikçilerin beşiğidir. Fârâbî, Bîrunî ve İbn-i Sînâ dünya uygarlığının gelişmesine paha biçilemez manevi ve bilimsel katkıları olan, Türklüğün evrensel kültüre armağan ettiği abide şahsiyetlerden bir kaçıdır.

Türk Milletinin kadim geçmişi, binlerce yıllık köklü bir tarih içerisinde harmanlanmış, dil, din ve kültür mirasına dayanmaktadır. Binlerce yıllık bilgi birikimi, deneyim, örf, adet, töre ve gelenekler bu köklü mirasın temel dayanaklarıdır. Evrensel kültürün oluşumu ve dünya mirasına katkıları bakımından hiç kuşku yok ki Türkler müstesna bir yere sahiptirler. İçerisinden Türkleri çıkardığınız zaman tarihten geriye pek bir şeyin kalmayacağı düşüncesi bu bağlamda aslında hiç de abartı sayılmaz.

Batılı tarihçiӀere göre Türk tarihi, M.Ö. 2500 ile M.Ö. 1700 yılları arasında Afanasiyevo kültürü ile başlar ve M.Ö. 1700 ile M.Ö. 1200 yılları arasındaki Andronovo Kültürü ile devam eder. Kimi tarihçi ve araştırmacılar(Begmyrat Gerey - 5000 Yıllık Sümer-Türkmen Bağları) ise Türk tarihinin, Türkmenistan’da bulunan Anu/Anav medeniyeti(MÖ6000-8000) ile başladığını ifade etmektedirler. 

Ünlü Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, ise yapılan son çalışmalar neticesinde Sümerlerle Türklerin ilişkisini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Sayın Çığ, Sümerlerin Mezopotamya’ya Orta Asya’dan göç ederken kültürlerini de beraberlerinde taşıdıklarını ‘Sümer’de Tufan, Tufan’da Türkler’ isimli kitabında ayrıntılı olarak ortaya koymaktadır. Öyle anlaşılıyor ki yakın gelecekte arkeolojik kazılar neticesinde çalışmalar yapılan Göbekli Tepe’de şu ana kadar tespit edilen kaya kabartmalarının Türkistan coğrafyasındaki birebir benzerleri hiç kuşku yok ki Türklerle ilgili daha farklı ufuklar açacak gibi görünmektedir…

Türk Dünyasının ortak değerlerinin oluşması ve bizlere binlerce yıllık tarih süzgecinden süzüle süzüle gelmesi pek tabi ki çok büyük zorluk, emekler ve mücadelelerin neticesinde gerçekleşebilmiştir...

Türk dünyasının ortak değerlerinin binlerce yıllık zorlu süreçler neticesinde korunarak günümüze kadar ulaşabilmesinde kuşkusuz en büyük görev şairlerimize, ozanlarımıza, fikir adamlarımıza, bilim insanlarımıza, yazarlarımıza, tarihçilerimize ve kültür elçilerimize düşmüştür.

Bu anlamda ilk olarak akla gelen ortak değerlerimize bakacak olursak; Dede Korkut, Farabi, İbn-i Sina, Yusuf Has Hacip, Kaşgarlı Mahmud, Hoca Ahmet Yesevi, Ahmet Yükneki, Mevlana, Yunus Emre, Nasreddin Hoca, Genceli Nizamî, Hacı Bektaşi Veli, Ahi Evran, Ali ŞirNevai, Fuzulî, Köroğlu, Karacaoğlan, Mirza FethaliAhundzade, Abay Kunanbayulu, İsmail Gaspıralı, ElekberSabir, Mehmet Âkif Ersoy, Ziya Gökalp, MağcanCumabayulu, Bahtiyar Vahapzade, Muhtar Avezov, Hüseyin Cavid, Ârif Nihat Asya ve Cengiz Aytmatov gibi isimler karşımıza çıkmaktadır.

Farabi, Türk kültürünün binlerce yıllık tarih serüveni içerisinde özel anlamda Türk Dünyası genel anlamda ise evrensel kültüre armağan ettiği pek çok değerinden sadece birisidir. Farabi, ortaya koyduğu eserleri ile evrensel anlamda tüm dünyayı özel anlamda ise Türk Dünyasını derinden etkilemiş çok özel bir şahsiyettir. Farabi, Türk Dünyası’nda kendisinden sonra yetişen yöneticileri, şairleri, ozanları, fikir adamlarını, bilim insanlarını, yazarları, tarihçileri ve kültür elçilerini cesaretlendirerek birbirinden değerli eserler vermelerine pozitif yönde katkılarda bulunmuştur. Bu vesile ile büyük Türk bilgini ve filozofu Fârâbî’nin ebediyete intikalinin 1070. yıldönümünde kendisini büyük bir sevgi, saygı ve rahmetle anıyoruz. Ruhu şad olsun…