'İslam, müslümanın diri ruhuyla bir düğün, bir şölen gibi giriyor zamana. O zamanı sürekli bir şeb-i arusa çeviriyor.' Üstad Sezai Karakoç ‘Kıyamet Aşısı’ isimli kitabında müslümanı olması gereken bir vasfıyla böyle tanımlıyor. Kuşkusuz biz müminler için İslam, noksansız hayatı kuşatan bir din. Fakat İslamdaki bu kusursuzluğun vermiş olduğu güzelliği sadece ve sadece müslüman temsil vazifesi ile gösterebilir. İslamın Işığı, remzi müslüman toplumun yaşantısı ile görünür hale gelebilir. Temsil kapasitesi yüksek olan mümin, ancak İslamın temsili ölçüsünde bahsi söz konusu olan zamana şenlik havasında girecek.

Müslümanın ruhu inançla aşk etmiş, bütünleşmis ve bu sebeple diri kalmıştır. İşte bu ruh, üstadın bahsettiği diri ruh zamana bir şölen yerine giriyor gibi girer. İşte müslüman bireye namzet edilen, olması gereken bu diri ruh Müslüman toplumu oluşturmak için ilk adım, ilk basamaktır.

Bugün neden bu diri ruha sahip değiliz, neyi kaybettikte bulamıyoruz! Kendimize soracağımız ilk sorular bunlar olmalı.  İçinde yaşadığımız toplumun bir parçası olduğumuzu unutmadan ne yapabiliriz derdinde olmalıyız. İnanç sembollerimizin sosyal hayatın dışına çekildiği, seküler bir toplumun inşa edilmeye çalışıldığının farkında olmak mecburiyetindeyiz. 

Herşeyden evvel her müslüman, hilkati bilmeye hem memur hem de mecburdur. Hilkat, yaratılış... Hem kainatın yaratılışı hemde insanın yaratılışı, akibet ile bir bütün olduğu akıldan çıkmamalıdır. Hilkati bilmek; insandaki noksanlığı, acziyeti bilmek ve madde ve mana ilişkisinin bütünlüğünü bilmektir. Bundan dolayı hilkati hakkıyla bilen seküler tuzaklara karşı silahlarını kuşanmıştır.

İnsan temayülleri, eksikleri ve kabiliyetleri ile bir bütündür. Ve bu varlık aleminin bir parçasıdır. İnsan içinde yaşadığı toplumun da bir parçasıdır. Hayata karşı zayıftır. Hayatın çetrefilli durumlarına karşı tökezler, sendeler, bir çok zaman çaresizdir. Hayat karşısında insanın imdadına inanç yetişir. O, bir büyük eksikliğin tamamlayıcısıdır.

---------------------------------------------------------------------------------------

Ezelden ebede giden mutlak hakikatin anlamı için halk olan, algılarımıza ve idrakimize sunulan, her an yaratılış halindeki varlık alemine şahitlik ederiz. İnancımızın kaynağı da başlangıcı ile akibeti bir bütün olan bu varlık alemi, varlık sahasıdır. Taşımak mazhariyetinde olduğumuz inanç bizi bu şuura götürür. Varlığın hakikatini kavratır. 

Gaybın bilgisi sadece Allahtadır. Mümin sadece hayatı üzerine kısmi öngörü, fikir sahibidir. Sebepler nazariyesine takılmaz, görüntünün ardındaki hakikate odaklanır. Bu imtihanlar karşısında müminin bilinç hali ve bilinçli tavrıdır. “Ocakta ateş mi var? Yakında sönecektir bilirler. Yol tepeye mi çıkıyor, biraz sonra inecektir yamaçtan, farkındadırlar. Şimdi kılıç gibi doğan güneş, sonra bomba gibi batacaktır. Yeşil ağaç kuruyacak, su çekilecek, karakış yazı kovalayacak ve kovacaktır.” (Sezai Karakoç, Kıyamet Aşısı s.26) Müminin hayatında durağanlık ve tek düzelik sınırlıdır. Hayatın iniş çıkışlarını da serin kanlılıkla karşılar, onu rızayı ilahi niyeti ile bütünleştirmiş, böylelikle imtihanları kurtuluş vesilesi saymıştır.