Geçmişte; “halkın sesi ve kulağı” gazete değil, doğrudan “Köşe Yazarları” idi. Gazete ise, “Günlük ve aktüel haber” açısından okuyucuların, olan biten hakkındaki bilgi ihtiyacını karşılamaya çalışırdı. Köşe Yazarları’nın ne açıdan halkın, yânî okuyucularının can dostu olduğu hakkında daha önceki yazılarımda detaylı şekilde siz değerli okuyucularıma aktarmış olduğumdan, tekrarına lüzum görmemekteyim. Dolayısıyla, doğrudan konuya geçmekteyim. 1948 yılında, “Hürriyet Gazetesi”nin basın hayatına geçmesiyle, “Köşe Yazarlığı’nın yarınları tehlikeye girmiş sayılabilirdi. Zira gazetenin sahibi ve “Baş-Yazarı” konumundaki merhum, Sedat Simavi; basına bir yenilik getirebilme gayesiyle, ABD’de “Bulvar Gazetelerinde” revaç gören; “bol resimli” ve dolgun resim-altı yazılarıyla, “Köşe Yazarlığı”nın pabucunu dama attırmayı tasarlamış ve de aynen uygulamıştı. Köşe Yazarları ise o tarihlerde, bu yeniliğe omuz silkerek geçmiş ve pek ehemmiyet vermemişlerdi. Nitekim, merhum Necip Fazıl Üstadımız, merhum Simavi ile bu konuyu görüştüğünde, Simavi Bey şöyle buyurmuş: - (Köşe yazarlığı artık tarihe karışacak. Bol resimli gazetelerde, okuyucu geniş açıklamalı resim altları okuyup, tatmin olarak, köşe yazısı okumaktan sarfı nazar edecektir. Göreceksin!..) Öyle de olmuştur: “Güçlü hafıza, geniş kültür, kuvvetli kalem” gibi üç ana faktöre dayanan mezkûr meslek zaman içinde önemini yavaş yavaş yitirmeye başladı. Nitekim (Refi Cevad Ulunay, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Necip Fazıl, Ahmed Kabaklı, Tekiun Erer, Reşad Ekrem Koçu, Metin Toker, Burhan Felek, Yunus Nadi, Doğan Nadi, Nadir Nadi vs.) daha bir çok yeri dolmaz kalem ustalarının ebediyete göçmesiyle, meydan tamamen “Bulvar-Gazetesi” anlayışına kalmıştı. Bilhassa İstanbul Basını için: (Hürriyet’ten evvel, Hürriyet’ten sonra) olmak üzere iki ayrı kategoride değerlendirmenin daha doğru olacağı kanısındayım. Zira, “Hürriyet Gazetesi” aynı zamanda yepyeni makineler getirterek, modern gazeteciliğinin de temellerini atmıştır. Gazetelerdeki “Köşe Yazarları”na gelince, zaman içinde asıl maksattan ayrılıp, ideolojik saplantıları veya mensubu bulunduğu ekolün adeta kurulu kuklası hâline düşen Köşe Yazarları’nın hemen bir çoğu, hiç fark etmeden değerli mesleklerinin icabını uygulayamaz duruma gelmiş ve böylece istisnalar kaideyi bozmaz ama, hemen bir çoğu birer siyasî inancın doğrudan borusu olmuş ve böylece o pek cefakâr fıkra okuyucuları da yavaş, yavaş kayıplara karışmaya başlamıştı!... Yozlaşmanın böylesine sür’atli seyretmesindeki başlıca etken ise; “Gazete Patronluğu”na, iş adamlarının talip olmaya başlaması ve büyük paralar ödeyip, özellikle tirajı yüksek gazeteleri satın alarak, kendi çıkarları doğrultusunda birer kalkan gibi kullanmaya başlamaları olmuş ve hâlâ olmakta berdevamdır!... Onlar için “Köşe Yazısı” vs. gibi “Basının can damarları” hiç de önem taşımamış ve zaten taşımaz da. Çünkü, meslekten olmamaları onlar açısından dezavantaj olmuştur. Gazetelerinde çalıştırıp, onlardan mesleki açıdan, bilgi edinebilmeyi düşünen böylesi gazete patronları ise, acemilikleri yüzünden yanlış kişiler seçerek, arzu ettikleri bilgiye ulaşamamışlardır. Çünkü, doğrudan kendi çıkarını, kendi rahatını dikkate alan “X gazeteci”, patronuna doğru bilgi vermemiş ve her daim adeta suyu duvara sürmüştür... Günümüz gazetelerindeki köşe yazarlarına bakılınca nasıl bir “köşe yazarı” enflasyonu içinde bulunulduğu rahatlıkla görülebilir. Şöyle ki; hemen her gazete veya dergide en az; (10 adet Köşe Yazarı) mevcuttur?!.. Bunların çoğunluğu ise; sadece “siyasî yorumlar” yapar ve asli görevi sadece buymuş gibi; doğrudan iktidarda olan partiye ve partinin lideri konumundaki “Baş-Bakana” çatar durur... Aslında bunların çoğunluğunun asla fıkra yazarı olmadıkları, daha doğrusu, olabilmeleri için lâzım bulunan kâbiliyetten tamamen yoksun bulunduklarını da zaten hep birlikte görmekteyiz!... Bilindiği gibi, Köşe Yazarlığı; yânî (Fıkracılık) hiç de kolay olmayıp, yılların birikimi ile üstün kabiliyet isteyen bir san’attır. Meselâ; şu an Allah korusun, herhangi bir sebeple “siyasî yazı yazmak” geçici bir süre için yasaklansa, Köşe Yazarları’nın çoğunluğu ya tamamen tıslar veya zorlanır durur ki, o daha beterdir!... Hatırlıyorum da, takriben (1970’lerden önceki) devirlerde, Fıkra Yazarları arasında kalemine güvenen bir diğeri ile kapışır ve böylece kalem düellosu baş gösterirdi. Daha evvel de bu hususu yazmış ve özelliklerini zikretmiştim. Şimdi ise küçük numunesini sizlere takdim ediyorum buyurun okuyun. NADİR NADİ VE HÜSEYİN CAHİT YALÇIN DÜELLOSU “Cumhuriyet Gazetesi: 1 Ağustos 1940” AVRUPA BUHRANI KARŞISINDA TÜRKİYE!... (On bir aylık muharebeye nazaran, bilhassa Fransız Ordularının mahvolmasından sonra vaziyet daha aydınlanmıştır: Fransa nakavt edilmiş olmakla beraber, İngiltere harbe devam ediyor. Vaziyetin, bir iki kelime ile hülâsa ettiğim bugünkü şekil ümit vericidir. Temenni olunur ki, harp, bütün milletlerin hayat haklarını tanıyan “yeni bir nizam” ile nihayete ersin. Bu nizam karşısında Türkiye’nin durumu nedir? Türkiye ne başka milletlerin toprağına göz dikmiştir, ne de onların rejimlerine düşmandır. Bu itibarla hiç kimse dış politikamızın meselâ Almanya ve İtalya’ya karşı husumetkâr bir mahiyet taşıdığı zannına düşmemelidir. Verdiği sözü tutmak ve dostluklara riayet etmek, Türk karakterinin esasına teşkil eder. Fakat Millî menfaatlerimizi ve İstiklâlimizi tehlikeye sokacak bir hareket ve tecavüzleri vuku bulmadıkça kendimizi Almanya ve İtalya ile düşman farz etmek; Türk siyasetini ve Türk menfaatlerini ters anlamak demektir.) “Nadir Nadi” Not: Üstad Hüseyin Cahit Yalçın’a Saygıdeğer okuyucularım, Nadir Nadi Üstadımıza, Hüseyin Cahit Yalçın Üstadımızın verdikleri cevabı da, inşallah önümüzdeki sayıda hep birlikte okuruz. Selâm ve sevgilerimle hepinize mutlu tatiller diliyorum efendim. Not: Bu makale: 3 Mart 2010 Çarşamba tarihinde yazılmıştır.