***

Rüyamda, büyük bir konferans salonundayım. Hınca hınç kalabalık derler ya, öyle bir insan seli var içeride. Uğultudan kendi sesimi duyamıyorum. Sahneye doğru bakıyorum, orada öylece duruyor. Bembeyaz bir ihram var üzerinde. Dudağında da belli belirsiz bir gülümseme… Bir müddet kalabalığı izledikten sonra çıkışa doğru ağır ağır yürümeye başlıyor. Bir kez olsun dönüp arkasına bakmıyor. En sonunda da gözden kayboluyor…

***

Bu onu gördüğüm ilk rüyaydı. Rüyayı gördükten birkaç gün sonra vefat haberini aldım. Kazakistan’daydım. Epeyce düşündüm ölümünden sonra. Kadere müdahil olabilme şansım olsaydı eğer, en azından hikâyeleri ters yüz edebilme kudretine sahip olabilseydim; onunla hikâyemizi sonundan başlatır, adımı bahşettiği günde zamanı mühürlerdim. Fakat yok böyle bir kudretim. Onu zamanın içinde dondurup, ölümsüz kılamıyorum. “Ölen beden imiş, âşıklar ölmez” deyip, klişeleşmiş bir duruma da kurban edemiyorum onu. Evet, Ömer Lütfi Mete ölümsüzlük şerbetini içenlerden oldu. Fakat bu durum yalnızca “âşık” olmasından ileri gelmiyor. Adının bâki kalacak olması, her devre hitap edebilmesinden kaynaklanıyor.                                                                                                                                            

Hâl böyle olunca onu merak eden, tanımak isteyen, “nasıl bir adamdı” sorusuna cevap bekleyen çok oluyor… 

“Mektebi ve meşrebi insan sevmek olan bir adam” Ömer Lütfi Mete. Tam mânâsıyla bir mutasavvıf. Kaleminin ucu körelmeyecekmişçesine üretmeye devam edebilen bir yazar. Entelektüel, gönül ehli, şair. “Türk’ün yeni kızıl elması bilgi üretmektir. Bizler bilgi üretmeye mecburuz” diyerek yol gösterme derdine düşmüş bir münevver. Akıl hocası. Memleketin derdiyle dertlenen bir vatanperver. Dost, baba ve eş…                                                                             Ölçülü davranmaya gayret eden, gül gibi gülümseyen fakat yeri geldiğinde diken olmaktan geri durmayan bir adam Ömer Lütfi Mete. İnanan ve inandıklarına adanan bir insan. Dava ve görev adamı. Yirmi dört saati az uyku uyuyarak bereketlendiren, tevazu gömleğini sırtından düşürmeyen, her dem iyiliği arzu eden, kibar bir beyefendi. Onur Ünlü’nün tabiri ile; “masalların iyi kalpli kahramanı”.                                                                                                Doğru bildiğinden asla taviz vermeyen bir adam o. Doğrularını yaşamak uğruna tüm maddi kaygıları, dünyalık endişeleri rahatlıkla kenara itebilecek kadar “cesur”. Zenginliği, Allah’a güven duymakla ölçen, -hastalık dönemi dâhil olmak üzere- namazını asla terk etmeyen bir mümin.                                                                                                                                            “Dürüst insan” tanımının tam karşılığı Ömer Lütfi Mete. Öyle ki; Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin, Mehmet Altınsoy başkanlığındaki döneminde -başkan beyin isteği üzerine- yayın hayatına başlayan, belediyenin faaliyetlerini konu alan günlük gazete Belde’de, belediyenin yanlışlarını tenkit eden, çekinmeden Altınsoy’un aleyhine yazabilen, her türlü menfaate sırtını dönen bir kalem o. Ahlâklı, namuslu, erdemli…                                                             Okuma-yazma eylemine yâr ettiği çayın, en az yirmi dakika demlenmesini dileyen bir Rizeli…                                                                                                                                               Ömer Lütfi Mete, bileğini büktürmeyen, yüreğini söktürmeyen bir imanın sahibi…

***

Soranlara genel itibari ile bu şekilde anlatıyorum Ömer Lütfi Mete’yi. Bir de babamdan işittiğim bir anısından bahsediyorum;

Sene -büyük ihtimalle- 94. Mete, hanımıyla çocuklarını piknik eğlencesi için Beykoz civarında bir ormanlık alana götürüyor. Gittikleri yeri çer çöp içinde bulunca rahatsız oluyor, başlıyor çöpleri toplamaya. (Şaşırmayın diye söylüyorum; ülkesine âşık olan adamlara sirayet etmiş bir durumdur bu.) Topladıkları minik bir tepe haline gelince, “yakayım bunları, pislik ortadan kalksın” diyor. Çakıyor kibriti fakat rüzgârı hesaba katamıyor. Alevler büyüyüp, ormana sıçrıyor. Mete, ilgili yerleri arıyor hemen. Orman Bölge Müdürlüğü durumdan haberdar ediliyor. Yangın söndürme ekiplerinin olaya dâhil olmalarıyla –zannediyorum helikopterle havadan müdahale de söz konusu- yangın söndürülüyor.                                                                                                      İyi niyetle kalkıştığı “temizliğin” yarattığı zarara bakakalmışken memurlardan biri geliyor yanına. “Suç zaptını faili meçhul olarak düzenleyelim, sizi de muhbir olarak yazalım. Aksi takdirde yüklü bir miktar ceza ödemek durumunda kalacaksınız” diyor görevli memur. Hz. Ömer’in adaletine sıkıca sarılıp reddediyor bu teklifi Ömer Lütfi Mete. –İstemeden de olsa- verdiği zararın diyetini ödemekten kaçmıyor.

“Ömer Lütfi Mete nasıl bir adamdı” sorusuna cevap olabilecek bu anısından seneler sonra, ölümüne yakın bir vakit, kendi hayatını şu şekilde özetliyor: 

“Yaşayarak yaşlanmak ne güzel. Biz yaşamadan yaşlandık.”