Hayat sahasına giren şeylerin hakikat özünü,  bilimsel tabir ile fenomenini sorgulanıyorsa, bilinecek ki her şey gaybdan gelir. Nimet de, külfet de, zaman da, mekân da kaynağını gaybdan alır. Ehli tasavvufun bir yanıyla gaybet olması, olmasının istenmesindeki mana budur. Gayb, kelime manası ile bilinmeyendir. Fakat burada bilinmeyen demek etkisiz olan demek değildir. Bilinmemek mevzusu da sabit ve herkesçe aynı olan bir durumu ifade etmez. Umumi bir tabirden ibarettir, bilinmemek. Gayb, tasavvuftaki bir manası ile Allah’a açılan kapı gaybet ise o kapıdan giren kişidir.

Gaybın varlığına inanmayanlar dünyayı adaletsiz bir hükümdarın yönettiği, işlerinde (haşa) çok zalim olduğu hükmünü çıkarırlar. Ya da dünyaya hükmeden bir gücün olmadığı doğuştan iptidai hislerle dolu olan insanın dünyaya acımasızca hükmedişi ve bununda yanına kâr kalışı hükmünü çıkarırlar. Bu düşünce akletmeyen, hakikati idrak edemeyen bir kalbin ürünü.

Akleden kalp ise hayatı, hayat tabakatlarını bilir, iyilik ve kötülüğün temsil olduğu hallerin zamanda inşası üzerinde durur. Hüküm verici tektir. Hükmü şedittir. Bize hikmetini, duygularımızın halden hale geçtiği bir atmosferden seyrettirir. Kalbi akleden, kalbi akla ulaşan mümin, dünyadaki ahvali bu bağlamda, bu düsturla, bu cepheden yorumlar, inanır. Gaybden gelen herşey hesapsız gelmemekte, hesapsız kalmamakta ve kalmayacaktır. Tabiat kanunlarındaki nedensellik dahi dünya ve ahiret arasındaki dengeyi belli ölçüde bize açıklıyor. Dünyada nedenden ibaret kalmış gibi görünen hadisat, başka bir âlemde sonuca bağlanıyor.

Tüm bu ispattan ve hissiyattan uzak İnatçı insan, kerem sahibi rabbini görmemekte ve onun adalet ve merhametinin tezahür etmediği kanısındadır. Sûreti asıl zannedip yanlış hükmü ile amel eder. Kazandığı nedir! 

En mühim olan şey sûretin asıl olmadığını bilmektir. Sûret yalancıdır. Ve bununla birlikte söylemek gerekir ki ekseri insan gördüğüyle, duyduğuyla amel eder. Fakat Allah Teâlâ kemâlatı alî bir insan arzu eder. Yani duymak ve görmek aracından geçerek asla odaklanan insan. Bu da bilmek, anlamak ve kalbini Allah’ın ayetlerine açmakla olacaktır. Kemalatı âli insan algı aktlarının ötesinde bir anlayışa perde aralatır. 

Rabbinizin kerem sahibi olduğu, onun keremine tüm mahlûkatın muhtaç olduğu açıktır. O halde o en edna ihtiyacı dahi kullarına tahsis eden Rabbimiz şükre, teşekküre en layık olandır. Rahman Sûresinde tekrarlayan ayet "O halde Rabbinin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" 

Hiçbir insan Rabbimizin nimetini saymaya güç yetiremez. O halde bu kadar ikrama ulaşan, kulluğunu bilmezse elbette ceza müstahak olur. Ancak kul, mümin olmaya başladığında kerim rabbini tanır, kulluğunun farkına varır. Kulluk psikolojisi ile tavır alır. O artık eşyanın suretine araç değeri verir. Gördüğü suretin aslını istemek gibi bir büyük, güzel hakkın sahibi olmuştur. Suret mahiyetinde ne varsa kısa süreli seyre, ufak bir doyuma tekabül eder, bilir. Bediüzzaman Said Nursi, " Şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemal ve cemalin bir ışığına, belki bir zayıf gölgesine, bir anda bakıp doymadan gidiyor. Demek bir seyrangah-ı daimiye gidiyor"(10. söz , 4.suret) Yani surete kısa, dikkat çekici bir tanım arz ediliyor: ufak bir ışık, zayıf bir gölge…

Üstat, dünya hayatında Sultan-ı ezelinin mükemmel dengesini ve ikramlarını işaret eden binlerce ispatı gözler önüne getiriyor. Halk eden, idare eden adil sultanın hükümlerine muhalefet edenlerin, inkârcıların gözlerine sokuyor. “İşte şu derece hikmetli ve intizamlı teçhizat ve tezyinat, elbette nihayetsiz, kadir bir sultanın, nihayet derecede hakim bir hâkimin emriyle olduğunu kör olmayanlara gösterir.” (10.söz, 6.suret) 

Akâide ait mevzuların hususiyetlerine bakmadan, ihtisaslarını incelemeden yorumlar yapmak kişiyi yanlış sonuçlara sevk edebilir. Bu yüzden bunda büyük bir tehlike vardır. Tevhidi bir nazar ile mütalaaya layık olan, hatta mecbur olan bir mevzuya sadece dünyevi, zahiri görüntüsüne indirgeyerek söz söylemek, sonrada nihayet bulduğunu ifade etmek zulümdür. Bu zül sayılacak olan sadece bir sözden ibaret değildir. “﴾35﴿ Evet o sana yaklaştıkça yaklaşıyor!﴾36﴿ İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” Kıyamet suresi… İnsan tüm davranışlarında ezeli ve ebedi bir taraf bulmalı. Davranışın nasıl sebepleri varsa elbette sonuçları da olacaktır. Her şeyi oluş sürecinde izlemek, kısa vadede kanıt aramak iştiyakında bulunur insan. ,Fiiliyatın bu dünyaya bakan sonuçlarının tezahür etmediğine, (aklına göre) olması gerektiğini göremediğinde yani hükümlerin adaletten yoksun olduğu kanaatine varır. 

Üstad’ın 10. Sözde tekraren ifade ettiği gibi Mahkeme-i Kübrâ haktır. Sebep ve sonuçları yakın süreçte yaratmak ya da tehir ettirmek, hikmetinden sual olunmaz yüce Allah’ın tasarrufatındadır. “Bak! Mükerrer va’dediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki: ‘Sizleri oradan alıp, makar-ı saltanatıma getireceğim. Ve mutileri mesut, asileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harap edip, müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım.’ (10.söz 8.suret). Yüce rabbimiz hayatı bir merhaleden başka bir merhaleye getirerek devam ettireceğini bildiriyor. Dünyada bu hakikatle yaşamalı, masivanın hakikatten uzaklaştırdığı meddahların oyun sattığı bu dünyanın Allah katında ehemmiyeti olmadığı açıktır. Maksat dünyadan ibaret kalsaydı ona edna ismi verilmezdi.

İlminden tamamen mahrum kalan adam, bu hayatı tabakattan maksadı söküp alamadığından, en adil hükümdarın adaletini sorgu sahasına çekmek gibi bir alçak tavır ile davranıyor. Duamız bu cihette bulunmaktan uzak kalmaktır.

Tevfik ve İnayetle