“Kaburgalarını kırıp, çıkmak isteyen yüreğinin haykırışlarına kulaklarını tıkadıysan, kendine mahkûm olmaya başlamışsın demektir. Ve  en büyük ceza insanın kendisine mahkumiyetidir,,

Mihenk taşına oturtulmuş sessiz celladın dualarına kalmıştı yazgısı. “Unutma Çocuk! İyi insanlar gökyüzüne defnedilir.” yazılıydı elindeki kitapta.

Çayını yudumluyordu. Sessizlik kulaklarını bu denli kemirirken kendi içinde ne kadar dingin kalabilirdi ki? Onu aklından bir saniye olsun çıkaramıyordu. Hasbelkader çıksa da, kalbi çalacağı anı pür dikkat bekleyen kurulu saat gibi hatırlatıyordu. Zihnine kazıdığı yarı gülümseyen yüzünün karşısına geçti. Çayı yudumlamayı unutmuştu. Bir köşede soğumaya almıştı dem kendisini. Az evvel yere fırlattığı bakışlarını tek tek topladı ve yarı somurtan suratının ortasına tüm gücüyle yapıştırdı. İsmi, kulaklarını bu denli kemirirken; yüreğinin, kaburgalarını yırtarak dışarı çıkmasına izin verecek miydi? Yoksa sonsuza dek içine mi hapsedecekti?

Her insanın yüreğinin arka sayfasına yazdığı bir isim vardır                                                  

Gece yarısıydı. Yalnızlığı ile baş başaydı. Bilgisayar karşısında vakit geçiriyordu. Bir tek sokak lambaları karanlığı yırtabilecek güçteydi. Bir de lapa lapa yağan kar. Sidikli, kadın kokan kadınların iniltileri geliyordu uzaktan belli belirsiz. Midesi kalktı Mavi’nin. Dolaptan soda alıp, üzerine yarım limon sıktı ve mideye boca etti. İçi arındı adeta. Mineraller damarlarında gezinmeye başlayınca, başladı onun da hikâyesi. Aklından çıkaramadığı yarı gülen hayaliyle, pencerenin önüne dikildi.

Ve sessizliğe düşen karı seyretti... 

İki kırık kalp vardı. İki ayrı yakada. İkisi de vaz geçmişti sevgisinden. Yalanlar üzerine kurulu aşk da sevgi de hükümsüzdü. Ah alan gönle kesilen fermanın hükmü var mıydı? Yüreğim yorgun kaptanıyla hangi durağa uğrayacaktı şimdi? Dalgalarla boğuşabilecek, kıyıya çıkabilecek miydi? Zaman gösterecekti.

Sevda kaçsın çayınıza.