Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani, Davos'ta, Afganistan halkının artık savaş istemediğini, söyledi. 50. Dünya Ekonomik Forumu'ndaki etkinlikler, Çin kaynaklı virüs başta olmak üzere diğer gelişmelerin gölgesinde kaldı. Bununla beraber dünya patronlarının yeni projelerinin tartışıldığı, genellikle gelecek on yılların stratejilerinin çizildiği bu zeminde, Gani'nin pek dikkate alınmayan bu ifadesini son derece önemli buluyorum. Gani'nin bu sözü doğru olmakla beraber yanlışa varacak derecede eksiktir. Çünkü Afganistan halkı sadece şimdi değil, hiçbir zaman savaş istememiştir. Tıpkı Suriye halkının veya Yemen halkının yahut Irak, Libya halkının hiçbir zaman savaş istemediği gibi. Savaşı isteyenler ise diktatörler, cuntacılar ile onların emir aldığı sömürgeci patronlardır.

Soğuk Savaş döneminin kırılma noktalarından Sovyetler'in Afganistan'a müdahalesinde, birçok emperyalist gücün uyguladığı gibi, önce Sovyet yanlısı cunta darbe yapmış gibi oldu, daha sonra darbeci yönetim, Sovyetler Birliği ile askeri işbirliği anlaşması imzalamıştı. Buna dayanarak Sovyet ordusu davet edilmişti. Yani Sovyetler Afganistan'ı işgale teşebbüs etmemiş, sadece bir "dost" ülkenin davetine icabet etmişti. Bu süreçte Afganistan halkının hiçbir dahli olmamıştır. Bu felaketin sorumluları, batıda veya Moskova'da eğitim almış, halktan kopuklardır.

Kızılordu'nun Kabil'den başlayarak Afganistan'ı işgal teşebbüsüne karşı halk vatanını kurtarmak üzere harekete geçmiş, basit silahlarla Sovyet ordusuna ağır darbeler vurmuştur. Başta ABD olmak üzere batının mücahitlere desteği olmasaydı da Kızılordu'nun bu coğrafyada barınması kolay değildi. Sadece jeopolitik gerçekler değil Sovyet sisteminin çürümüşlüğünün de bunda etkisi bulunmaktadır. ABD, Sovyet istilasına karşı mücahitlere yardım ederken bir taraftan da bölgeye yerleşmenin planlarını hazırladı. 

Gorbaçov'un başkanlığında Sovyetlerin, Afganistan'dan çekilmesinden yaklaşık iki yıl sonra CIA, Afganistan-Pakistan sınırında Taliban ve El-Kaide'nin temellerini attı. Bu siyonist proje sayesinde sadece Afganistan değil fakat Afrika dahil birçok İslam ülkesi halkı halen terörle boğuşmakta, batının ürettiği El-Nusra, Eş-şebap, Boko-Haram, IŞİD.. gibi örgütlere karşı ülkelerini batıya parselleyerek çözüm aramaya çalışmaktadırlar. Terör, cihat, fundamentalizm gibi İslam kelimesinin ilave edildiği türevlerle beslenen İslamofobi, sadece batı ülkelerinde ihtida etmek isteyenlerin gözünü korkutma projesi olmamıştır. Bu projenin daha korkunç ayrıntıları İslam ülkelerinin tahribi, iç savaşlara zemin oluşturma, halkları bölerek birbirine kırdırmadır. Bundan daha da tehlikeli olanı ise felaketlerin sorumluluğunun İslam'a mal edilerek ajan teologlar üzerinden dinin hedef alınması, misyoner-oryantalistlerin asırlardır gündeminde olan dinde reforma zemin hazırlanmasıdır.

Belirtmek gerekir ki Sovyetlerin çekilmesinden sonra ABD'nin önderliğinde Taliban'ın başlattığı yıkım Afganistan'ı Ruslardan daha fazla tahrip etmiştir. Birbiriyle savaşan grupların özellikle Türkiye'nin de desteği ile uzlaşarak tam da barışın kurulması aşamasında, uzlaşının mimarı Şah Ahmet Mesut 9 Eylül 2011'de öldürülmüş, hemen arkasından 11 Eylül senaryosu uygulanarak ülke, ABD tarafından işgal edilmiştir. Afganistan işgalinin doğrudan ABD bütçesine maliyeti ağır olmakla beraber bunun getirisi dünya ve Amerikan kamuoyu açısından meçhuldür ki Beyaz Saray'ı en çok bu rahatsız etmektedir. Hangi ender madenlerin dev kargo uçaklarıyla gemilere ve ABD'ye taşındığı meçhuldür. Bu transferi diğer NATO görevlileriyle birlikte Afganistan'daki Türk subaylar da uzaktan seyredebilmektedir. Daha doğrusu mesela Türk görevlilerin bu hassas maden üretim ve transfer bölgelerine girişleri yasaktır.

Obama gibi Trump da Afganistan'dan çekilmeyi gündeme getirdi, ancak bu ülkeden aşırılanlar fısıldanınca ipe un sermeye başladı. Katar'da aylardan beri süren, zaman zaman ara verilen barış görüşmeleri bu ipe un serme tiyatrosunun ilginç sahnelerini oluşturmaktadır. Afganistan'da sıradan bir sivil dahi son birkaç ayda hangi ABD birliğinin hangi bölgede hangi Taliban güçlerine nasıl yardım ettiğini yer, zaman ve miktar bilgileriyle size anlatabilir. Bunu Kabil yönetimi de çok iyi bilir ancak aslında kendisini hedef alan bu tezgâhı kabullenmekten başka çare göremez. Çünkü bunu dillendiren bir yönetici ya öldürülür veya bir şekilde iktidardan uzaklaştırılarak beş altı metrelik duvarların arkasındaki köşk hapishanesinde ömrünü tamamlamak zorunda kalır. Bu gerçeği çok iyi bilen Eşref Gani de gazetecilere ABD birliklerinin Afganistan'dan çekilmesi konusunda hiçbir sorunun olmadığını ve müzakerelerin Taliban ile değil de Afgan hükümetiyle yapılması gerektiğini utana, sıkıla söyleyebildi.

Davos'ta bulunan Trump da Afganistan'daki barış müzakerelerinin anlamlı olabilmesi için Taliban'ın şiddeti ciddi şekilde azaltması gerektiğini söyledi. Bu sözün anlamı ABD'nin bir şekilde bu ülkede kalması için Taliban'ın yeni saldırılarını beklemek gerektiğidir ki zaten tam da unutulduğu sırada yeni bir bomba patlatılıyor, onlarca sivil hayatını kaybediyor, evler, yollar harap oluyor. Taliban içinde ABD kontrolünden uzaklaşan kesimlerin güçlendiğini dikkate alan CIA bunun da çaresini buldu ve Afganistan IŞİD'ini oluşturarak yedeğine koydu.

Afganistan, maden, petrol, tarım ve hayvancılık imkanlarıyla jeopolitik kıymeti dikkate alındığında dünyanın en zenginlerinden olmaya adaydır. Halbuki ABD istilacıları tarafından bu devletin adına bir de "İslam" eklenerek dünyanın en güvensiz, en fakir, en itibarsız ülkesi haline getirilmiştir. Ortaçağ'da dahi ilim, medeniyet ve refah toplumuna sahip bu ülke halkının çektiği sıkıntıların sona ererek özledikleri barış ve huzur dönemine geçmesi beklenmektedir. Ancak tam da bu süreçte İran Esedabad doğumlu, kemikleri 1944'de Amerikalı Mr. Crane tarafından İstanbul'dan Afganistan'a nakledilen Cemaleddin Efgani isminin Kabil'de kütüphanelere verilmesi, adına toplantılar düzenlenmesi, fesat fikirlerinin yeniden ısıtılarak gündeme getirilmesi bu ümidi zayıflatmaktadır.