Sonradan anlaşılıyormuş;

Biraz yaş aldıkça az biraz da yalnız kalınca fark ediliyor fark etmeden kaybettiklerimiz…

Çocukluğumuzda öğretilenlerin ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu..!

Aldığımız ilk dersin;

“kendimizi, benliğimizi” hiçe sayıp başkalarına hata yapmamayı, onların üzülmemesi için susmayı, mutlu etmenin vazgeçilmezliğini.

‘’O, bu, şu ne söyler, aman kimseleri üzme!”

Psiko baskılarla kendimizi bulmadan karşıdakiler için hoş görünmenin iyi insan olduğu huzurunu da yanlış öğrenmişiz.

Bizim görevimiz;

önce başkaları karakterini kendimizden uzak ama başkaları için olmazsa olmazlarımız gibi kabullenmişiz.

Onları mutlu ederken onlarında bizlere özverili olmaları gerektiğini düşünmeden, istemeden “verici” olmuşuz.

Otomatiğe bağlamışız;onlar üzülmesin, işleri, hayatları kolaylaşsın diye.

Ne çok sevmişimiz karşılık beklemeden.

Onların yangınlarına berrak suları yüreğimizle taşımışız, ateşlerini söndürmek için..

Kendi işlerini becerebilecek olgunluğa sahip olduklarını bile bile kendimizi ihmal edip  ne çok koşmuşuz, yalın ayaklarla..

Yorulup, yıpranmasınlar kendilerini sevsinler de; kendimiz önemli değiliz öncelik onlar demişiz.

Yoksul, kimsesiz asıl yardıma muhtaç olanları da “kendimiz” gibi ertelemişiz.

Dünya ya geliş sebebimizin karşıdakine hizmet etmekmiş gibi kendimizi yerden yere vurup, hırpalamışız..

Onların hatalarını görmek istemişiz.

Nasıl da yapay mutluluk yaşamışız başkaları mutlu olurken.

‘’Kendimiz” ne çok acı yaşamış,

Ne kadar yalnız kalmış,

kendimizi onların çokluğu ile aldatmışız.

Çocukluğumuzdan bu yana “kendimizi hiçe sayma” rolünü fevkalade başarmışız.

Dedim ya;

insan kalabalık içindeki yalnızlığı fark edince anlıyor.

Nelerin gelip nelerin geçtiğini...

Yanlışların doğru gibi kabullenişini.

Kendini sevmeden başkasını çok  düşünmenin “kendimizdeki sevgi eksikliğini…”

Haksızlık etmişiz kendimize.!

Bir gün baş başa kaldığımızda benliğimizin üzgün, kırgın bir o kadar da paramparça olacağını düşünmeden bin hızla koşmuşuz.

Kendimizi üzenlere, vicdanımızı sömürenlere yürümüşüz.

Menfaatleri bitince dostluk diye bir şey olmadığını gözümüzün içine soka soka üzüleceğimizi düşünmeden.

Onların, bir günde bizlere;

 ‘’sen nasılsın?”

‘’sen de iyi misin?”

Kendimizi sormadıklarını fark ettiğimizde kendimizin dizlerini karnına çekip ağladığını gördüğümüzde çok geç kaldığımızı anlayıveriyoruz.

İşte o kimsesiz kendimizin önünde yüzümüz kızarıp,iç çektiğimizde;

 Önce”ilahi güçten” af dilemeliyiz.!

O’nun yarattığı bedeni sevmeden, koruyup kollamadan nasılda başkaları için kendimizi kahretmişiz.

Sonrasında tabi ki;

Kendimizden defalarca af dilemeliyiz. Çünkü biz kendimizi başkaları için çok üzmüşüz.

Onların işi bitip gitmişler ama yine kendimiz ve ilahi güç bizimle.

Yorulduklarımız çoktan terk etmişken bizleri İlahi güç terk etmeden bizimle” kendimizi” seviyor, koruyor.

Geç kalınmışlık pişmanlığı kalplerimizi buruklaştırsa da şimdi tam sırası!

‘’Sevgili kendim beni affet,hakkın olan güzellikleri sana vermediğim için çok özür diliyorum.”

Ben kendimden ve kendimi bana veren güçten bağışlanmayı diliyorum.

Ya siz?