Onlar milli değerlerimizi; çocuk yaşlarımızda bize aşılamaktan hiç vazgeçmediler. O yıllarda büyük bir coşku ile kutladığımız 23 Nisan Milli Hâkimiyet ve Çocuk Bayramının heyecanını; boy, boy ay yıldızlı al bayraklarımızla donattığımız okulumuzu, rengârenk grafon kâğıtlarından yapılmış süslerle bayram yerine çevirdiğimiz sınıflarımızı ve o güzel günleri unutmak ne mümkün?

Ya her 19 Mayıs Gençlik ve Spor bayramında yaşadığımız o heyecan fırtınası! Ya 29 Ekim'lerdeki cumhuriyetimizin ilan edilişinin, devlet olmamızın o büyük coşkusu!

Hatırlayınız bakalım, o coşkulu günlerden, o heyecan dolu milli duruşlarımızdan, yıllar sonrasına bu güne ne kaldı? 2010 yılından itibaren ülkemizin kuruluşunu anlatan, bizi ümmetlikten millet olma vasfına taşıyan bu gerçekler, 'Türk Ulusunun' bu milli günleri; günümüzde nasıl kutlanır, hangi engeller ve hangi gerekçeler bu coşku dolu günlere mani oldu?

O çocuk yaşlarımızda sınıflarımızda düzenlediğimiz ve yerli malı kullanmanın önemini vurgulayan; yerli malı haftası etkinlikleri…

Hani sloganı:

"Yerli malı Türk'ün malı, her Türk bunu kullanmalı" olan ve annelerimize 'Sümerbank'tan' aldırdığımız kumaşlarla yapmaya çalıştığımız türlü el becerileri…

Bu arada ilkokul çağını yaşarken, ilk USA patentli gıdaların tadı ile tanıştığımız 50'li yılların ortasındaki o sabah kahvaltıları!

Hiç unutmuyorum o sabah okula gelip de sınıfa girdiğimizde; Basriye öğretmenimiz: "Çocuklar bundan böyle her sabah sınıfta kahvaltı edeceğiz, her sabah süt içip, peynir tereyağı yiyeceğiz."Dediğinde, çok sevinmiştik.

Ama Amerikan süt tozunu, o iğrenç kokulu peynirini ve tereyağını tattığımızda, bu sevincimiz kursağımızda kalmıştı!

Zaten bir süre sonra da ne süt tozundan yapılan o bir bardak sütü, ne o iğrenç kokulu peyniri ve ne de tereyağını yer olmuştuk!

Çünkü daha o yıllarda Amerika'nın Marshall adı ile yapılan bu yardımları, damağımızda iyi bir tat bırakmamıştı, alışamamıştık!

Peki, Amerikan patentli sonrası yıllara alışabilecek miydik? Bu yıllar içerisinde ülkemizin yaşadığı olaylar, toplum üzerinde nasıl bir iz, nasıl bir tat bırakacaktı acaba?

Ama ilkokul yıllarımda benim aklımda kalan en güzel iz o dönemdeki izci kıyafetimle kız arkadaşıma attığım hava…

Damağımda kalan en güzel tat ise; okul çıkışında Kadırga Parkının önünde tezgâh açan macuncudan aldığım türlü macunların lezzeti ile bir de meşhur 'Turşucu Şükrü'nün' acılı turşu suyu içerisindeki salatalık turşusunun tadı olmuştu…

Ama 50'li yıllar içerisinde tanıdığım İstanbul'un bu güzel mahallesinde geçen çocukluk yıllarım; unutamayacağım pek çok güzel anıları barındırdığı gibi, ülkemde yaşanan pek çok acılı olayları da hatırlatır bana!

Zaman tünelinden süzülen, gözlerimden gitmeyen görüntüleri ve hala dün gibi hatırladığım o acı dolu çığlıkların sesleriyle birlikte!

İşte henüz ilkokul öğrencisiyken yaşadığım ve hafızama yer eden 6 – 7 Eylül 1955 olaylarından aklımda kalan o acı dolu kareler:

O tarihte 8 yaşında bir ilkokul öğrencisiydim. Oturmuş olduğumuz semt, İstanbul'da yaşayan Rum'ların özellikle yoğun bir nüfusa sahip olduğu yerlerin başında geliyordu! Kumkapı'nın sahil kesiminde genellikle Rum asıllı vatandaşlarımız, Gedikpaşa yokuşunda ise Ermeni asıllı vatandaşlarımız oturuyordu. Bölgede ki pek çok dükkân, bu vatandaşlarımıza aitti…

O gece rahmetli babamın beni yanına alarak, Gedikpaşa yokuşu ile Kadırga parkına giden caddenin o kesiştiği noktaya getirdiğinde, sanki yer yerinden oynuyordu! Gecenin karanlığına karışan kızgın kalabalığın öfkeli bağırışları, kimi insanların ağlama sesleri ve acı feryatları beni öylesine etkilemişti ki! Bir ara korkumdan ben de ağlamaya başlamıştım…

Israrla babama eve dönelim dediğimi, beni anneme götürmesi için yalvardığımı çok iyi hatırlıyorum…