İşte benim ilk hatırladığım anılarım içerisinde bu görüntüler vardır. Çünkü ben böyle bir mahallede büyüdüm.

"Sultanahmet Küçükayasofya Mahallesi Güngörmez Sokak No: 5"

Bu adres; benim hiçbir zaman unutamadığım,  yaşam anılarımının yeşerdiği, İstanbul'un o çarpıcı, gizemli tarihini anlatan bu semtin, her karesinde yer alan, iki katlı cumbalı ahşap evlerinden bir tanesinin var olduğu yer, sokağın adı güngörmezdi ama en çok da güngörmüşlerin yaşadığı sımsıcacık bir sokak… 

Çocukluğumun en güzel görüntülerini saklayan sımsıcacık bir yuva. Kız kardeşim Nesrin'in, 01 Ocak 1955 tarihinde dünyaya ilk adımını attığı yer; evimizin direği rahmetli babamın işe giderken, annem tarafından muhabbetle uğurlanışına şahit olduğum ilk yuvam, çocukluğumun ilk mabedi…

O dönemin ahşap tarihi evlerinin hemen girişinde bir sofa ve ondan sonrasında avluya açılan bir kapı bulunurdu! Avlunun tam orta yerinde de bir su kuyusu!

İki katlı bu ahşap evimizin gıcırdayan merdivenlerinden çıkılan üst katın tam karşısında sokağa bakan bir cumbası vardı. O cumbanın olduğu yer, benim o küçücük yıllarımın yaşam alanıydı!

Çünkü rahmetli anacağım, benim sokakta oynamama müsaade etmezdi. Bende o cumbaya oturup, aşağıya sallandırdığım bacaklarımı bir sağa, bir sola sallayarak; sımsıkı tuttuğum parmaklıkların ardından sokakta oynayan çocuklara laf yetiştirmeye çalışırdım…

İşte o cumbalı evde doğmuştu kız kardeşim, adını ben koydum, "Nesrin."Geçip giden yıların ardında onunla çok şey paylaşamadık! Çünkü 12 yaşımda askeri okul hayatımın başlaması ile birlikte, o küçücük yaşımda ana, baba ocağından asker ocağına gönderilmiştim. O baba ocağında yetişti, ben ise asker ocağında!

O çocuksu yıllarımın görüntülerine mahallemize gelen seyyar satıcılarımızın sesleri karışır, ne söylediklerini anlayabilmek için dikkat kesilir, kimi zamanda söylediklerini taklit ederdim! Çocukluk işte…

Dönemin İstanbul sokaklarını seslendiren bu değişik makamlı satıcı sesleri, hala kulaklarımda yankılanır:

Yaz aylarının müjdecisi;"Şeker yeee! Bal yeee! Dut yeee!", "Dalları bastı kiraz!"Bayılırdım kiraza.

Çocukluğumda en çok doya, doya yemek isteyip de yiyemediğim iki meyveden biriydi, diğeri ise muz. Doya, doya yiyemedim! Çünkü 11 yaşıma kadar kaldığım aile ocağımda, bu meyvelerden muz, özellikle sosyete muhitlerinde satılan ve pahalı bir meyve idi!

Kirazı ise evimde doyasıya yeme şansına ve yaşına tam ulaşmışken, kendimi asker ocağında bulmuştum!

Dalları bastı kirazdan hemen sonra; hem günün içinde, hem de akşamüzeri geçen Silivri'nin yoğurdu, ağzımı sulandırırdı:

"Silivriiinin kaymak yoğuuurt'uuuu, kaymaaak! "

(Silivri'nin adını ilk duyduğumda 6-7 yaşlarındaydım… İkinci kez duyduğum da ise 62… İlkinde belleğimde güzel bir anı, o güzel yılların anılar yumağında ise unutulmaz bir tat bırakmıştı…

İkincisinde ise yüreğimde onarılmaz bir acı, beynim de ise asla unutamayacağım görüntüler!

Çünkü ikinci anılar yumağımın içinde; haksız ve hukuksuzluk dolu uygulamalar, yüreğimi dağlayan görüntüler ve çocukluk yıllarımın da içerisinde geçtiği Türk Silahlı Kuvvetlerinin onurlu, gururlu, hiçbir hal ve ahvalde diz çökmeyen, çöktürülemeyen muvazzaf ve emekli komutanları, subayları, eşleri ve çocukları olacaktı!

Onlar, benim öğrenim sürecim de dâhil yaşamımdaki, 32 yılımı paylaştığım kader ve silah arkadaşlarımdı…

Onlar; tarihimizin hiçbir döneminde ülkemizin dış ve iç düşmanlarına diz çökmeyen biat etmeyen, devletimizin âli menfaatleri, vatan ve vazife uğruna gerektiğinde seve, seve ölmeye ant içmiş, sadakat yemini etmiş vatan evlatları idi…

Onlar, tarihin gerçek sayfalarında bunu ispat etmiş, ettikleri bu hizmet andına asla ihanet etmemiş T.S.K mensupları, Gazi Mustafa Kemal Paşanın, Yüce Atatürk'ün askerleriydi…