Yazdığım bir makalede geçen bir husus, okurlarımdan bazılarının dikkatini çekmiş. Yazımda bazı  İslâm âlimlerinin adlarının zikredilmesi beni tenkit etmelerini gerektirmiş.
     Önce yazıma gösterdikleri ilgiden ötürü, ayrıca makalemi sunarken gözettiğim ölçütleri söz konusu etmek lüzumuna sebep oldukları için, onlara teşekkür ederim. Herkesin kendi açısından haklı olduğuna inanarak konuya açıklık getirmek isterim.
     Evvelâ o makalede geçen hususu hatırlatayım. Naklettiğim alıntıda tebliğ hususunda iki metod ve usûlden bahis vardı. Bazı âlimler tavandan tabana inmeyi yeğliyorlar. Gayelerinin ancak iktidara gelmekle ve hükümet etmekle mümkün olacağını ileri sürüyorlardı. Nitekim, yazımda böyle düşünenlerin adlarını da nazara vermiştim.
     Yazımda adı geçen bilginler, aslında eleştirilmiyor, enine boyuna ele alınmıyor. Sadece uyguladıkları ve onlarca tatbiki gereken metod ve usulleri hatırlatıyor. Bu usullerin ise sonuç vermediği, yaşanmış örneklerle açıklanıyor. Daha doğrusu aktardığım alıntıda belirtiliyordu.
     Sonra alıntıladığım modeli ileri sürmüş. Ancak bu tebliğ tarzının sonuç verdiği ve vereceğini ortaya koymuştum. İşte birinci şıkkı yeğliyenlerin isimlerinin zikredilmesi; değerli okurlarımdan kimisinin; kendi açılarından haklı olarak beni tenkit etmelerine sebep olmuş.
     Tenkit eden değerli okurlarımın şahsında, bütün okurlarımdan bu vesileyle şuna dikkat etmelerini isterim. Benim konuları, sorunları anlatış, duyuş ve ele alış tarzımda -mümkün mertebe- tenkit ve eleştiri yok. Tebliğ yâni sadece konuyu ortaya koymak, akla kapı açmak, seçimi ve tercihi karşımızdakine bırakmak; onun seçimini de tabii ve normal karşılamak vardır.
     Yani beni, ele aldığım konu sahipleri değil; konunun, mes’elenin asıl kendisi ilgilendiriyor. Elimden geldiği kadar bu şekilde bir üslûpla sizlerin karşısına çıkmaya çalışıyorum. Tabii ki insanım, bu hususa ne kadar dikkat etsem, yine de beşer olmam hasebiyle farkında olmadan kişilere de değinmiş olabilirim ki, bu kadarcık hatanın okurlarımın geniş hoşgörüleri karşısında doğal karşılanacağına inancım sonsuzdur.
     Her şeyde hayır vardır hükmünden hareketle, konuyu iyice açmak istiyorum. Böylece asıl niyetim; siz değerli okurlarım tarafından lâyıkı veçhile anlaşılmış olsun. Çünkü alıntıladığım düstur / prensip; bütün gayret ve himmetin kişi ve birey üstünde yoğunlaşması lâzım geldiğini söylüyordu.
     Çünkü tek tek tuğlalar sağlamsa, örülen duvar da sağlam olur. Çürük tuğlalardan yapılan duvar ise en kısa zamanda çökmeye ve yıkılmaya mahkûmdur. Üstelik alıntıladığım bu usûl ve metod; güneşin odaya girmesi, odayı aydınlatıp ısıtması gibi rahat ve kolaydı. Kaldı ki, bir kimsenin rahatsız olması, hele zarar görmesi bu metodla hiç olası değildi.
     Oysa öteki yol, rüzgârın cam ve çerçeveyi kırarak odaya girmesi gibi bir şeydi. Ortada kırık dökük bir enkazdan başka bir şey bırakmıyordu. Halbuki tek tek kişilerin düzgün ve doğru olduğu yerde, toplum da düzgün ve doğru olurdu.
     Şüphesiz toplumun her bireyinin, düzgün olması zor ve hatta imkânsız. Fakat çoğunluğun doğru ve düzgün fertlerden oluşması; huzurlu ve inançlı bir toplum olması için yeterlidir. Aynı gemide olanların cepheleşmesi yanlış. Aynı gemide olanların gruplaşması doğru değil. Geminin dengesini kaybederek batmasına sebep olur. Aynı gemide olanların, hele kaptan köşkündekiyle zıtlaşması çok sakıncalı. Dahası bir de o yerde gözü olması, çok daha vahim.
     Çünkü batan gemiden kimseye hayır yoktur. Vatanımız da bir gemi hükmündedir. Üstünde fazla depreşmeye gelmez. Allah göstermesin alabora olur. Herkes denize dökülür. Artık haklı olup olmamanın da bir anlamı kalmaz. İşte bu sonuçlar bilindiği ve gayb-âşina göz sahipleri tarafından görüldüğü için, ikinci şık; metod olarak kabul edilmiştir.
     Bu metod ve usûl müspet hareket etmekten başka bir şey değildir. Yani yurttaş polisin yardımcısı, asayişin fahrî koruyucu ve gözeticisi olmalı.
     Çünkü asayişin olmadığı yerde tebliğ etmek ve hakla meşgul olmak zor ve hatta imkânsızdır. Zira can korkusu içinde olana, bir şeyi dinletmek mümkün ve olası değildir.