Geçmişimiz… En önemli tecrübe kaynağımız… Değiştirilmemiş yaşanmışlıkları öğrenmek hakkımız, hatta zorunluluğumuz…

Son 300 yıllık tarihte, Cumhuriyetçiler ile Monarşistler arasında çok fazla ayrışmalar yaşanmış.

Dünya tarihi tecrübelerle dolu…

Avusturya’da, Hollanda’da, Japonya’da, Fransa’da belki de tüm ülkelerde halk defalarca bu durum ile karşı karşıya kalmış.

Ve maalesef bu karşılaşmalar çok kanlı, acımasız olmuş. Aileler dağılmış, çocuklar kimsesiz kalmış, akrabalar, komşular birbiri ile çatışmış.

Ama tüm ülkelerde temel bir benzerlik var…

Çatışma sürecinde, millet birbirine kırdırılırken, çalışma fırsatı bulunamamış, üretilememiş. İşsizlik artmış. Ekonomi zayıflamış. En çok da askeri olarak zayıflanmış.

Nihayetinde ülke maddi güç kaybetmiş.

Ardından da “doğanın altın kuralı” devreye girmiş.

“Güçlü aslan zayıf ceylanı yemeye”, “Büyük balık küçük balığı yutmaya” kalkmış…

Zamanın güçlü ülkeleri, zayıflayan bu ülkeleri sömürmek istemiş. Onların kaynaklarını, emeklerini tüketmek, topraklarını sahiplenmek istemiş…

İşte tam bu anda mucizevi bir dayanışma başgöstermiş.

Birbiri ile ayrışan konukomşu, başka ülkelerden tehdit gelince birleşmiş. Dış tehdit; iç çatışmayı bitirmiş, iç dayanışmaya vesile olmuş.

Bu ülkelerden bazıları sömürge olmaktan kurtulmuş, bazıları kurtulamamış. Hâlen güçlü ülkelerin yönetimindeler.

Sömürge olmaktan kurtulabilenler cumhuriyet anayasalarını geliştirmiş. Bağımsızlıklarını bu yasalar ile korumuş. “Tek adam vardır, o da halkın kendisidir” denmiş.

En farklı tutumu Fransa göstermiş. Halkın zaman içinde yaşananları unutacağını öngörerek, ilk anayasalarını bağımsızlık uğruna ölen insanların derisi ile kaplamış ve müzede sergilemiş.

Böylece müzeyi gezenler, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini, o kanlı günleri canları acıyarak hatırlamış, adeta tekrar o günleri yaşamış.  

Yüzyıllar boyunca yaşanmış cumhuriyet ve monarşi çatışmaları destansı hikâyelerle dolu. Donanma komutanı, stratejist Michiel De Ruyter’ın cumhuriyetçi başbakanı katleden krala boyun eğmemesi, sonrasında ailesinin tehdit edimesi ile geri adım atmak zorunda kalması ve ölümünün ardından düşmanlarının saygı duruşunda bulunması gibi dilden dile dolaşan hikâyeler var.

Artık bu çatışmayı gelişmiş ülkelerde göremiyoruz.

Henüz gelişimini tamamlamamış ya da zayıflamaya başlamış ülkelerde, Doğu’da, Ortadoğu’da bu ve benzeri durumlar sıklıkla görülüyor.

Mesela, IŞID’ın halifeliği ilan etmesi, Saddam’ın, Kaddafi’nin, Esad’ın cumhuriyet adı altında monarşiyi yaşatması... Ülkelerindeki iç çatışmaların yıllardır bitmemesi…

Güçlü ülkeler; kendi halkının refahı için, keyfi için bu zayıflatma ve sömürü stratejisini uyguluyor.

Gerçek tarih, eğitici bir sınıftır.

Lâkin bu sınıfta öğrendiğimiz yaşanmışlıkları sadece bilmek yetmez.

O günleri yaşayan insanların yerine kendimizi koyabilmeliyiz. Onların yaşadıklarını gözümüzde canlandırabilmeliyiz.

Tarihteki linç sahnelerini, alevleri yaşayabilmeli, duyguları hissedebilmeliyiz.

Çünkü sadece duygular ile tanıyabiliriz. İç çatışmaları, acıları tanımanın en kesin yolu duygudur.

Çok zordur “tanımadığını tanımak”, geçmişte yaşamış, hiç görmediğin insanların yerine kendini koymak, hissetmek.

Hele günümüz insanı için daha zor.

Maalesef sapkın diziler, “her şeyimiz yeni olsun” merakı, üretememe, dünyaya ve insana bakışımızı değiştirdi. Her gün biraz daha batıla dönüşüyoruz.

Bir tembellik, yılmışlık, isteksizlik var üzerimizde…

Bu isteksizliğin kendi içinde bir isyan olduğu aşikâr. Ama bu “isteksizlik isyanı” bizi yanlış yönlere götürebilir.

Yorgun, bıkmış, yılmış hâlimiz; teslimiyet doğurabilir.

Kendi tarihimizde öyle yaşanmışlıklar var ki! Marşlarımız halkı birleştiren öğütlerle dolu.

Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak,

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak…

Ve artık söylemediğimiz;

Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,

Yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Batıldan uzaklaşıp özümüze dönmenin tam vaktidir.