Ne mutlu bizlere ki, her şeyde gayelilik güden sonsuz hikmet sahibi Allah ve ezelden / başlangıçsızlıktan beri her şeye hakim, malik ve sahip olan Yüce Allah; bizlere Sırat-ı Müstakim denen dosdoğru yolu göstermiş.
     Bizleri aydın, nurlu ve parlak İslâm diniyle müşerref kılarak şereflendirmiş. Böylece dünya insanları arasında seçkin kılmıştır.
     Öyle bir şeriat / İlâhî emir, yasa ve yasaklar ve İslâm dini ki; AKIL ve NAKİL yani AKIL ve vahiy, Kur'an, sünnet ve bunlara dayalı din ilimlerinden oluşan NAKİL; el ele vererek; o şeriatın yani İslâm dini denen cadde-i kübra / en büyük ve geniş caddenin / yolun hakikat ve gerçeklerinin hakkaniyet / hak ve adalete uygunluğunu tasdik ederek onaylamışlardır.
     Öyle hakikat ve gerçekler ki, kökleri hakikat zemininde sağlam bir şekilde olup, dal ve budakları mükemmelliğin göklerine yükselip, yayılıyor.
     Öyle füruat / ayrıntılar ki, meyveleri dareyn / iki dünyanın / dünya ve âhiretin saadet ve mutluluğudur. Çünkü bize; herkesi acze düşüren Mu'ciz Kur'an ile irşat edip doğru yolu göstermiş.
     Öyle kitap ki, kaide ve kuralları ile âlemin yaratılış kitabından kaderin eli ve hikmet kalemi ile yazdığı kainatta ve hayatta geçerli olan; ince, derin İlahî kanunları içinde bulundurmakta ve bunu apaçık göstermektedir.
     Öyle kitap ki, âdil / adaletli hüküm ve kararlarıyla insanlığın nizam, düzen, denge, terakkî ve yüksekliğine mutlak kefil ve her çeşit ilimde tam bir üstad olmuştur.
     Sonsuz dualar; kâinatın efendisine ve âlemin iftiharına / övüncüne olsun. Çünkü âlem; bütün tür ve cinsleriyle onun risaletine / Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik ve tanıklık yapıyor. Mucizelerine delil teşkil ediyor.
     Kâinat ve Evren; O'nun görünmez, bilinmez gayp hazinesinden getirdiği yüce, asıl, esas ve temelleri hâl diliyle haber veriyor.
     Sanki O'nun; âlemi şereflendirdiğinden ötürü; her tür kendi özel diliyle O'nun teşrifini alkışlıyor.
     Ezel Sultanı olan Yüce Allah; bir mûsikî âletinin çıkardığı, binbir hoş nağmeler gibi, yer ve gökleri, âdeta dile getiriyor.
     Sanki gök; içindeki ay ve sayısız yıldızların semavî / göksel dilleriyle, O'nun peygamberliğini tebrik ediyor.
     Yer; kendi taş, ağaç, içindeki ve üstündeki hayvan ve canlıların dilleriyle; insanı acze düşüren mucizelerini sena edip övüyor, methediyor.
     Atmosfer, hava, uzay; cin ve bulutlarının işaretleriyle O'nun Resul ve Elçi oluşunu hem müjdeliyor hem gösteriyor.
     Mazi / geçmiş zaman; nebilerin, kutsal kitapların ve kâhinlerin / gelecekten haber verenlerin remiz, işaret ve açıklamalarıyla; o hakikat güneşi olan Hz. Muhammed'in fecr-i sâdıkını / gerçek aydınlığını; yani gelmek üzere olduğunu müjdeliyor.
    Hz. Muhammed'in içinde bulunduğu Asr-ı Saadet; hâl diliyle Arab'ın tabiat ve huyundaki büyük değişikliği, bedevî / iptidaî / ilkel bir yaşayıştan tam bir medenî oluş ve yaşayışa bir anda nasıl geçtiğini, geçirildiğini anlatarak; Hz. Muhammed'in nübüvvet ve peygamberliğini ispat ediyor.
     İstikbal / gelecek zaman; kendi vukuat / vak'alar /hadise / olay ve fenlerin araştırıcı tavrıyla; O'nun en yüksek insanlık ve peygamberlik mertebesine çıkışını alkışlıyor.
     İnsanlık, yetiştirdiği araştırmacı bilginleriyle ve özellikle  güneş gibi bizzat kendi kendine delil,  bürhan ve kanıt olan Hz. Peygamber'in fasih / anlaşılır güzel ifadesinden hareketle; O'nun Hak'tan geldiğini ilan edip duruyor.
     Nitekim Yüce Allah; Kur'an'ın üstün belâgat ve anlatışıyla, bu gerçeğe en büyük işarette bulunuyor.
     İşte böyle bir dinin mensupları olarak; maddeten ve manen başımızın, âdeta arşa değmesi gerekirken; ne hazindir ve ne kadar üzücüdür ki, üstümüze düşen mes'uliyet ve sorumluluğumuzu hakkiyle yerine getirmekte gevşek davrandığımız için, maalesef istenen mesafeyi alamıyoruz.
     Niçin böyle bir vaziyete duçar oluş keyfiyetimiz ise, bir sonraki yazıda inşallah.