Bir sonbahar gününde hayatlarına el konuldu. Ve içlerinde bir çoğu başka bahar göremeden hayatını kaybetti. Unuttuğumuz, unutturulmaya çalışılan o kara günün, 12 Eylül darbesinin mağdurlarıydı onlar. 

650 bin kişinin gözaltına alındığı, 230 bin kişinin cunta mahkemesinde yargılandığı, 299 kişinin cezaevlerinde ve 171 kişinin işkencelerle öldürüldüğü, 14 kişinin açlık grevinde ölmesine göz yumulan, 50 kişiyi darağacında sallandıran, 375 kişiyi intihar etti denilerek katleden 12 Eylül cuntası yani.

Tüm bu yaşanmışlıklar geride mi kaldı peki. Sürgünde kalanları, işini gücünü kaybedenleri, ruh sağlığı düzelmeyen, asla da düzelmeyecek olanları, yaşamı boyunca taşıyacağı hastalık ve izlere sahip olanların, tek dileği oğlu Cemi'in kemiklerini bulup fatiha okuyacak bir mezarının olmasını isteyen ve ne yazık ki Cemil'ine hasret ölen Berfo anayı, işkencehanelerde öldüresiye dövülen insanları, tecavüze uğrayan, adet dönemlerinde keyifleri istemediği için pamuk verilmeyen kadınları, bir tas suyla yıkanmayı dayatan insanlık yoksunu işkencecileri ve tüm bu işkencelere maruz kalan insanları unutarak ülkenin başına her geçene. "Bu Ülkeye sizin gibiler lazım paşam" diye yaltaklanıp el çırpılıyorsa bu memlekette zaten geride kalmış demektir. 

12 Eylül 1980 Darbesi ve öncesinde gelişen olayların üzerinden tam 37 yıl geçmesine rağmen o günleri yaşayan tanıklar hala yaşadıklarını unutmuş değil. 

İsterseniz O zorlu  dönemi bir de tanıklarından olan Abdullah Delibalta'dan dinleyelim. 

Bize kendinizden bahseder misiniz? 

1958 Şanlı Urfa Siverek doğumluyum. İkamet yerim İstanbul.

Ne ile suçlanıyordunuz? ve ne kadar süre ceza evinde kaldınız?

Örgüt kurup sevk ve idare etmekten, toplam on yıl ceza aldım.

İki defa Diyarbakır sonra Selimiye, Sağmalcılar ve tekrar Metris derken cezamı infaz ettim. 

İlk yakalandığımda henüz darbe olmamıştı. Sıkıyönetim vardı. Gözaltinda bilmediğim bir kaç yerde işkenceyle çözmeye çalıştılar. Ama tabi ki bu işkenceler darbe sonrası çok daha şiddetli idi. 

12 Eylül darbesi denilince akıllara ilk gelen Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi oluyor. Okurlarımıza orayı anlatır mısınız?

Anlamak için yaşamak gerekir; gibi gereksiz bir cümle kurmayacağım. Düşmanım dahi olsa oralara yolunun düşmesini asla istemem. 

Her cezaevinin kendine özgü anıları vardır. Ancak hiç biri 5 nolu kadar vahşet yaşatmadı. Diyarbakır 5 No’lu cezaevi Türkiye'nin karanlık belgesidir. Sonu belli olmayan sınırsız vahşet koridorudur. 

Oraya adımını atan bir insan için yarın yoktur.

Doğacak  güneşin hiç bir anlamı yoktur. Umudun, hayatta sağ kalma ihtimalinin karartıldığı dipsiz bir kuyudur. 

Diyarbakır Cezaevi adını, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yaşanan korkunç işkencelerle duyurduğu aşikar. Adeta bir "işkence okulu" idi. Öyle ki, The Times gazetesi tarafından 29 Nisan 2008'de “Dünyanın en kötü 10 cezaevi” içerisinde gösterildi. 

 Cehennem, dediğiniz 5 No’lu zindanda, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?.

30 kişilik koğuşta 100’e yakın kişi kalıyorduk. Her yatakta 2-3 kişi yatıyordu. Geriye kalanlar ise beton üzerine bir karton sererek üzerine de bir battaniye alarak yatıyordu. Çoğu da ranzaların altında  zar zor uyumaya çalışıyordu. 

Bu süre içerisinde her türlü işkenceye maruz kaldık. İşkencelerimiz ilk olarak falaka ile başladı. 

Falaka yaygın ve sürekli uygulandı, ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop, zincir vb, vurularak gerçekleştirilirdi. Bu yöntem, ayak tabanlarını ve el ayalarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları sökerdi. El ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat bırakırdı.  

Daha sonra Filistin usulü askı denilen bir işkence türüyle tanışıtık. 

Filistin usulü işkence şu şekilde oluyordu. Eller arkadan kelepçeleniyor, kol pazılarından iple tavana asılıyordu. Bu işkence suçlamaları kabul edene kadar sürüyordu. 

Günlerce mahkumlara hassas yerlerinden elektrik verildi. Mahkumlara köpeklerin saldırması sağlanırdı.

"Ölmesini istedikleri mahkumlara kum işkencesi yapıyorlardı" 

Kum torbası işkencesi yapılan mahkumlar serbest bırakılıyordu. Zaten iç organları parçalanmış olan mahkumlar, altı ay sonra ölüyordu. 

Ve daha bunun gibi onlarca akla zarar işkence teknikleri. 

O günleri düşündüğünüzde ne hissediyorsunuz?

Bugün dönüp geriye baktığımda o dönemde yaşadıklarıma inanmakta güçlük çekiyorum. 

O günleri gerçekte yaşamış mıydım? Evet yaşamıştım. Ve bu benim değişmeyecek olan gerçeğimdi. 

Her ne kadar zaman zaman yaşadıklarımı unutmaya çalışsam da, hayatı elinden alınanlarımızın çığlık sesleri yankılanır kulaklarımda. Ne unutmaya yürek dayanır, ne de unutturmaya vicdan!. 

Yazımı hazırlamam da bana yardımcı olan, ve yaşadıklarını anlatan Abdullah Delibalta'ya teşekkür ediyor, 12 Eylül darbesin de hayatını kaybeden vatandaşlarımızı saygıyla anıyorum.