Hani bazen kendinle kalmak istersin… Kendinle konuşmak… Hatta hararetle tartışmak, sorgulamak istersin... Kafandaki sorunlara çözüm bulmak için arar durursun.

Bir yandan da çekinirsin bu durumdan… Toplum kendi kendine konuşana pek güzel bakmaz çünkü... Hatta “deli” derler... Ama herkes gizli de olsa kendiyle konuşur. Sesli olarak olmasa da içinden dertleşir.

Bu durum muhabbet ile gelişen bir toplum için pek normal sayılmayabilir. Lâkin başka insanlara anlatabileceğin, verebileceğin bir şey olmadığını görünce, kendisi ile baş başa kalmayı tercih eder insan. 

Çünkü insan konuşurken düşünür, düşünürken gelişir. Gelişmek için tartışmaya ihtiyacı vardır.

Lâkin bu konuşmaları yüksek sesle yapmaya başlayanlar deli yaftası yer. Aslında onlar Yunus Emre’nin “Bir ben vardır bende, benden içeru” diyerek işaret ettiği yerdedir. 

İçinden konuşanlar o mertebede belki değil ama ısınma turlarındadır… 

Bu duruma bazı büyüklerimizin yaptığı evhamlar benzerdir. Sürekli kendini dinler onlar. Bizler de onlara “hastalık hastası” deriz. Neden böyle yaptıklarını bazen onlar da bilmez ama içerden bir ses emanetlerini sağlıcakla teslim etmelerini tembihler sanki!.. 

Velhâsıl hangi koşulda olursa olsun, kendi kendine konuşana, kendine “bir başkası” muamelesi yapana toplum iyi bakmaz. 

Bu duruma diğer pencereceden bakınca daha ilginçtir.

Yani başkaları ile konuşma isteğinin kalmamış olması ne acıdır. Sadece kendini dost bellemek zorunda kalmak… 

Bunlara sebep; konuşmaların sonunda masaya oturduğumuz gibi kalkmış olmamızdır. Kimse kendine yeni bir şey ekleyememiş, yerinde saymış olmamızdır… Nedense “tek bilen benim”, “benim bildiklerim sabittir, değişmez” önyargısıyla dolu insanlara dönüştük. 

Farklı görüşe hemen tepki gösterilir. Laf ağza tıkılır. Gelişim gösterilmez.

Okumayı pek sevmiyoruz… Ayrıca yanıltma üzerine kurgulanan kitaplarda çok arttı. Belki bundandır ama gerçekleri de az okuyoruz, bazen okuyoruz. Doğru kitapları arayıp bulmuyoruz. Okumuyoruz işte… 

O azıcık okuduğumuzu da tek kaynaktan okuyoruz. Olanlara değişik perspektiflerden bakamıyoruz, tartmıyoruz. Sorgulamaya, zihinde yoğurmaya mahal vermiyoruz. 

Haliyle adaletli de bakamıyoruz. Galiba biraz bakmakta istemiyoruz. Tek tip, renksiz ve sığ kalabiliyoruz... 

Zevk alınamaz bir hâle bürünüyoruz. Sonra da bizimle konuşmak yerine kendi kendine konuşana “deli” diyoruz. 

Sonra da “deli” ithamında bulunan “veli” oluyor.

Renksizliğimizin yükseldiğini, okuma oranımızın düştüğünü TÜİK’in geçen haftadaki açıklaması ile ölçebildik.

Türkiye’de yayımlanan gazete-dergi oranlarında bir önceki yıla göre %7,9 azalış olmuş. 

Yıllık gazete ve dergi toplam tirajları ise %20 azalmış.

Ve daha enteresanı gazete haberlerinin %86,9’unu siyasi haberler oluşturmuş… 

Hayatımıza renk katan eğitim, kitap, teknoloji, tarih, edebiyat, futbol, basketbol, aile, eğlence, kültür, turizm, sağlık, akademi, meslek hepsi için ise %13 kalmış…

Varsa yoksa siyaset olmuş…

Gazetelerde varsa yoksa siyaset olunca, başka konu konuşulmayınca, ayrışmalar da  haliyle çoğalmış. 

Karşısındakini dinlememe, iftira atma, tartışma, kavga, bölünme her yerde…

Yavaşça yanlızlaştık… Kalabalık içinde yalnız kaldık… Fikirler ayrıştırıldı. Sert tutumlar yüzünden, fikir beyan etmez olduk.  

Fikirsizleşme sürecindeyiz...

Öte yandan fikirsizleşmenin çaresini içinde buluyor insanoğlu… Toplumdan uzak, kendinle başbaşa…

Yalnızlaştık belki ama hiç tek kalmadık… Çünkü yalnızlığı; kendisiyle tanışmasını ve tek olmadığını anlamasını sağladı.

Bu durumun genelleşmesi bizleri dünyadan koparır. İşte tam burada güzel ahlâk devreye girer. 

Ahlâklanmak, kendi kendine kalmayı durdurur...

Ardından bir genç kızımız maçka parkında dolaşmaya çıkar. Henüz toplum ve ahlâk anlayışı oturmamış bir özel güvenlikçimiz “bu kıyafetle burada gezemezsin” der ve parka girmesini engeller. 

Güvenliği sağlamak için oradadır ama güvenlik sorunu bizzat kendisi olur. Çünkü kendi fikrini paylaşmayanları zihninde hapsetmiştir. Bu sebeple parkta da bir bayanın özgürlüğünü kısıtlar. Bunun asıl sebebi ise mevcut koşulladır. 

Başka bir şehrimizde ise bir seyyar satıcı elinde tırpan benzeri bir alet ile Atatürk heykeline saldırır. Ve “Dinimizde putperestliğe yer yoktur” diye bağırır. Hadi şehrin göbeğinde kesici alet ve saldırgan bir tutum içinde bulunmayı bir kenara bırakalım… Saldırgan ne zaman görmüş ki Atatürk heykelinin önünde dua okuyup ondan okulun da başarı, ev, araba, hayırlı bir eş veya iş isteyen?.. Göremez, yoktur çünkü… 

Sadece onun ve silah arkadaşları için dinimizi, vatanı ve milleti için yaptıklarından dolayı ruhuna dua okuyanları görebilir.

Bu durum kesinlikle putperestliğe girmez.  

Türbelerimizde bu tür talep ve istekler olduğu görülebilir. Ama onlarda O büyük zatların, evliyaların yüzü suyu hürmetine Allah’tan niyaz ederler.

Bu durumda kesinlikle putperestliğe girmez.

Sadece ve sadece okumak, ilim ile ilerlemek, bilim ile bilgilenmek, güzel ahlâktan ayrılmamak bizi doğru yolda tutar.