Her YAŞ (Yüksek Askerî Şûra) kararları sonrasında  -maalesef-  Türk Ordusu, belki samimî fakat yersiz ve yanlış tenkitlere uğruyor! Şanlı Türk Ordusu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin   -Allah’tan sonra-  tek güvencesi, yegâne dayanağıdır. Bu zamanlarda ordumuz, bazı yazar-çizer takımı tarafından  -mal  bulmuş mağribi gibi-  maksatlı ve sinsi tenkitlerle yıpratılmak isteniyor!

Halbuki bu ordu: “Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli (çok nüfuslu) kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk Milleti (nin bir parçasıdır.)” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Envar Neşriyat, İstanbul-1994  s.596)

“Bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm Ordusu olan Türk Milleti’nin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehitlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına (ruhlarına) bir mânevî azab…” (Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası I, Envar Neşriyat, İstanbul-1992  s. 219) milleti derinden yaralar.

“Bir dakikada mertebe-i velâyete (velilik derecesine) erişmek gibi, ulvî (yüce) bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.” (Ahmed Özer, Hulusî Bey, İzmir-1996, s. 108) diye iftihar eden Hulûsî Bey’in (Emekli Albay M. Hulusî Yahyagil, 1896-1986) Çanakkale Conk Bayırı Muharebesi’ndeki yaralanma olayını anlatırken vasfettiği gibi:

Harbe, pilav yemeye gider gibi hevesle gitmiş, son taarruzda bütün subaylar ve erler abdest almış, su bulamayanlar ise teyemmümlü olarak, düşman saflarına dalmışlardır. (a.g.e. s.13)

İşte bu ruhla “beşyüz belki bin senedenberi gâziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’an bayraktarlığını kılınçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya” (B. Said Nursî, Emirdağ Lahikası I, Envar Neşriyat, İstanbul-1992, s.285) dil uzatılmaz ve uzatılmamalı. Çünkü bu ordu  “Âlem-i İslâm’ın kahraman bir kumandanı olan ordunun” (B.Said Nursî, Şualar, Envar Neşriyat, İstanbul-1994, s. 378-379) devamıdır.

Üstelik bu ordu “Bin üçyüz otuzsekizde (1922) Ankara’ya gittim. İslâm (yani Türk) Ordusu’nun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i iman” (B. Said NursÎ, Tabiat Risalesi, Sözler Yayınevi, İstanbul-1977, s. 7) ifadesinde belirtildiği gibi, vasfı İslâm olan Türk Ordusu’dur.

Kahraman ve mücahit Türk Ordusu, bu milletin parçası ve onun âyînesidir. Elbette millette olan müspet-menfî vasıflar onda da olacaktır. Fakat ordunun hassas konumu, çalakalem tenkitleri asla kaldırmaz. Hakkında ileri geri konuşmaları doğru bulmaz.

Nitekim Hulusî Bey, Bediüzzaman’ın kendilerine şöyle hitap ettiğini söyler: “Ben Türk Ordusu aleyhinde bulunmam. Çünkü bu Türk Ordusu; Birinci Cihan Harbi’nde Allah ve Vatan yolunda bir milyon şehit vermiştir.” (Ahmet Özer, Hulusi Bey, İzmir-1996  s. 23) Bugün de yine Allah ve Vatan uğrunda gâzi olmakta, şehit düşmektedir.

Yine Bediüzzaman tarafından  “Hulusi Bey’e hitaptır.”  Başlığı altında yazılan bir Barla mektubunda: 

“Ben Sözler’i (bu isimli eseri) yazarken ihtiyarsız olarak (elimde olmadan) ekser temsîlât (misallerin çoğu) şuunat-ı askeriye nev’inden (askere ait hususlardan) zuhur ediyordu (meydana geliyordu). Ben hayret ediyordum. Nedir böyle yazıyorum, sebebini bilmiyordum. Sonra hatırıma geldi ki: Belki istikbalde şu Sözler’i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı can edecek (canı gibi saklayacak) en mühim talebeler askeriyeden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum düşünüp, o kahraman askerleri bekliyordum. İşte mağrur olma şükret, sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki, evvel yetiştin.” ( A.g.e., s. 22-23) demesi Allah’ın bu orduya bakışının değişmediğini gösterir.

Ordumuz  -haklı olarak-  dış müdahaleyi kabul etmez ve bunu tabii saymaz. Ancak kendi içinden çıkan ve çıkacak olanlara tâbi olur ve istenen de yerine kendiliğinden gelir. Bu da olacaktır. Çünkü milletin şerefli bir parçası olan Türk Ordusu da tıpkı milletin kendi kendine geçirmekte olduğu istihale ve değişiklikleri, o da kendi bünyesinde, safha safha ve sessiz sedasız geçirmektedir. Biz neysek, o da odur. Yersiz endîşelere kapılmayalım. Çünkü: “Fıtrat değişir sanma, kan yine o kandır.”

Nitekim, 30 Haziran 1959 tarihinde askere giden Rahmi Erdem’in Polatlı Yedek Subay Okulu’na teslim olduğu ilk gün, İstanbul’un meşhur hâfızlarından Hüseyin Top’un sabah namazı, koğuş kapısı önünde Arap şivesi ile okuduğu Ezan-ı Muhammedî’nin büyük bir akis yaparak, istisnasız herkesin sabah namazına kalkıp, yataklarının üstünde namazlarını eda etmeleri.

Polatlı Topçu Yedek Subay Okulu’nda kaldıkları üç ay zarfında, zamanın Topçu Daire Başkanı Emin Paşa’nın gayret ve himmeti ile yaptırmaya vesile olduğu güzel bir camide namazlarını kılıp, hususan İç Anadolu’nun o şiddetli soğukları içerisinde yaptıkları ibadetlerin onlarda tarifsiz bir sevinç ve sürur husûle getirmesi. (Rahmi Erdem, Dâvâm, İstanbul-1993  s. 105)

Kıt’a döneminde Nur Hakikatleri’ni hemen ilân etmeleri. Evlerinde ders yapmaya başlamaları. Derslerine (Buhara’dan Türkiye’ye iltica etmiş hâlis bir mü’min olan) V. Kolordu’nun Baş Tabibi Alb. Vasi Kadir Mirzataş, Bnb. M. Ali Bey, Bnb. Eşref Bey, Yzb. Cemil Bey gibi muhterem kimselerin katılmaları. (A.g.e., s. 105)

Tabur’da, kendilerine selâm veren, yakınlık duyan herkese Kur’an hakikatlarını tereddütsüz anlatmaya çalışmaları. (Ege Ordu Kumandanlığından 1985 yılında emekli olan) Tabur Kumandanı seçkin asker Kur. Bnb. İsmail Hakkı Akansel’in, Rahmi Erdem’i alenî bir şekilde  “Nurcu Bey”  diye çağırması. Onun da, mukaddes bildiği askerlik mesleğini çok severek, kusursuz bir şekilde hizmet etmeye çalışması. (A.g.e., s. 106)

Rahmi Erdem, bir gün arkadaşlarıyla Cuma Namazı’na gider. Dönüşte mesai başlamıştır. Kumandan Binbaşı: “Askerlik hizmeti de bir nevi ibadet değil mi?” diye sorunca cevaben: “Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirdiğimiz takdirde, dünyevî diğer vazifeler de ibadet hükmüne o zaman geçer.” Diye cevaplayınca, M. Ali Uz: “Kumandanım, izniniz yoksa bir daha gitmeyiz.” Der. Binbaşı: “O zaman gidin kumandanımız dinsiz deyip, her tarafa ilân edin.” Deyince Rahmi Erdem: “Kumandanım bir mescit açınız.” Der demez, Tabur kumandanı hemen müsait bir binayı tahsis eder. Önüne bir romork da su koydurur. Bununla da kalmayarak, mescitte ilk Cuma hutbesinin konusunu belirleyerek bahsi kapatması. Açılan bu mescidin, ibadet etmek isteyen bütün askerî personele güzel bir zemin olması. (A.g.e., s.107)

 Tabur Kumandanı Kur. Bnb. İ. Hakkı Akansel’in Rahmi Erdem’e: “İbadet hususunda tam serbestsin. Dilediğin gibi ibadet edebilirsin.” Demesi ve Taburdaki hizmetlerinden ötürü gıyabında sitayişle bahsetmesi. (A.g.e., s.110)

Albay M. Hulûsî Yahyagil’in komutan olduğu yerlerde, askere okunacak Hutbeyi bizzat kendisinin yazıp vermesi. (Ahmet Özer, Hulûsî Bey, İzmir- 1996  s.30-31)

Askerlik hizmetini ifa ederken taburdan bir binbaşı ile bir yüzbaşı, Rahmi Erdem’i evlerine sohbete davet etmeleri. Ev sahibi binbaşının bir imam oğlu olması gibi (Rahmi Erdem, Dâvâm, İstanbul-1993 s.111) herkesçe yaşanan ve şahit olunan örnekler, Türk Ordusu’nun keyfiyeti ve gerçek içyüzü hakkında yüzlerce misallerden, sadece birkaçıdır.

Haklı olarak deniyor ki, Türk Ordusu; Batı Orduları’nda olduğu gibi, mânen de kendisini mücehhez kılsın. Fakat şurası unutuluyor: Batı; ordusunda kilise ve papaza yer verir, imkân tanırken, Türk Ordusu’nun İslâmî bir ruh teneffüs etmesini istemiyor. Bu hâlin somut bir şekil almasını arzu etmiyor. Bu tür düşünceye sevkeden hususları teyid mahiyetinde şu misal çok düşündürücüdür:

Bir gün Tabur İstihbarat Subayı Naci Bey’in, Rahmi Erdem’i makamına çağırarak  -o zaman-  Paris’te bulunan Nato Genel Karargâhından gelen ve ordudaki dindar subaylardan duyulan kaygıyı dile getiren emri göstermesi ne kadar mânidar ve anlamlıdır.

Demek, ordularının bütün ünitelerinde kilise bulunan Nato’lu müttefiklerimiz dindar bir Türk Ordusu istemiyorlardı. Korktukları misyon belli idi. Mazide Allah adını zeminin her köşesinde kılıçlarının uçlarıyla yazan bu Kahraman Türk Ordusu’nun onlarca, dindar olmaması lâzım geliyordu. (A.g.e., s.107) Gerçekten bu hatıra çok şeyleri açıklar mahiyettedir.

Geçmişte Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Almanya Başbakanı Helmuth Kohl ile yaptığı görüşmenin lâiklik…doğrultusunda sürmesi ve Helmuth Kohl’un  “Laik Türkiye”den övgüyle bahsetmesi (Haftaya Bakış, Sayı: 27, 1-8 Kasım 1996, s. 40) de kendilerince uygulanmayan hususları, Türkiye’de tatbik edilir hâlde görmek istediklerinin, açık bir ifadesi değil midir?

Hepimiz zamanı gelince, o Peygamber Ocağı saydığımız orduya katılmışızdır. Ordu ben, sen, hepimiz. Ordu bizim dışımızda değil, bizlerin ta kendisidir. Bunu böyle bilmeli. Düşmanı sevindirecek, dostu ağlatacak durumların doğmasına fırsat vermemeliyiz.

Ordumuzun vasfı Mehmetçik yani Muhammetçiktir. Emin olun Türk Ordusu bugün de Muhammed’in ordusudur. Yarın da, tâ Kıyamet’e kadar, Halk’ın ve Hakk’ın yanında, onun yılmaz müdafii olarak al sancağını, daima dalgalandıracaktır.

“Bu milletin yüzde doksanı, bin senedenberi an’ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış. Zâhiren (görünüşte) muhalif-i fıtratındaki (yaratılışına ters düşen) emre itaat cihetiyle serfürû etse (baş eğse) de, kalben bağlanmaz.” (B.Said Nursî, Emirdağ Lahikası I, Envar Neşriyat, İstanbul-1992, s. 219)

Kaldı ki: “Rahmet-i İlahiyyeden ümit kesilmez. Çünkü: Cenab-ı Hakk bin seneden beri Kur’an’ın hizmetinde istihdam ettiği (hizmet ettirdiği) ve ona BAYRAKTAR tâyin ettiği bu vatandaşların MUHTEŞEM ORDUSUNU ve MUAZZAM CEMAATİNİ, muvakkat (geçici) ârızalarla İNŞAALLAH perişan etmez (yani etmiyecek). Yine o nûru ışıklandırır ve vazifesini idame (ve devam) ettirir.” (B. Said Nursî, Mektubat, Envar Neşriyat, İstanbul-1993, s. 327)

Şayet bu ordu, bünyesine başka milletlerin çocuklarını alsaydı, o zaman ümidi kesmekte ve gelecekten endişe etmekte yerden göğe kadar hakkımız olurdu. Fakat ordumuz, bizim çocuklarımızla varlığını korumakta ve sürdürmektedir. O şerefli ocağa adımını atan her gencimiz, nasıl bir ana baba çocuğu olduğunun ve hangi inancın mensubu bulunduğunun şuur ve bilincindedir.

Velhâsıl, kim ne derse desin:

Kendini adamış kutsal vatana,

Ordumuzla iftihar ediyoruz.

Dokunmayın, vebaldir bu Arslana,

Ordumuzla iftihar ediyoruz.