Azerilerin, “Bakü ve çevresinde” Ermenilere neler yaptıkları, hiç mi hiç söz konusu edilmezken, “Hocalı Katliamı” yıldönümü münasebetiyle İstanbul-Beyoğlu’nda, daha doğrusu bazı “kanlı mitinglere” sahne olmuş Taksim’de Azeriler, Ermeniler aleyhine gösteri yapıp: “Ermenilerin, Azerileri çoluk çocuk demeden nasıl kestiklerini, derilerini nasıl yüzdüklerini vs. bir, bir anlattılar ve TV’lerimiz de bütün bu sahneleri yayınladı!...
Adı Hocalı olan bu stratejik mevkide Ermeniler mi, yoksa “Ruslar başta olmak üzere “BAĞIMSIZ DEVLETLER TOPLULUĞU ORDUSU MU” Azeri halkına saldırdı?... Şimdi soruyorum: “Hemen her pislikten” daima Ermeniler mi sorumlu tutulacak?... Azerileri ezen tanklar, Ermeni tankları mı, Rus tanklarımıydı?... Bunun cevabını gösteri yapan Azeriler versin!...
Şimdi gelelim Türkiye’deki Ermenilerin durumuna!... Bizim çocuklarımız ve bizler; hemen hiçbir günahımız yokken, Türk kardeşlerimizin yüzene nasıl bakacağız!.. Hele tamamen masum çocuklarımız mektebe gittiklerinde Türk arkadaşlarından nasıl bir tepki göreceklerdir?...
Şimdi denecektir ki: “Canım siz alınmayın vs.” Açık konuşalım: Ermeni adı, her daim böylesi meselelerde “siyaseten” kullanılacak mı?.. Bu doğrumudur!...
Sureti haktan görünen bir yazar “25 Şubat 2012 Cumartesi” tarihli “Milliyet Gazetesi”ndeki sütununda bu konuya temas ederken: “Sumgait’in intikamının alındığını” itiraf eden bir Ermeni’den söz etmekte, ancak adını zikrettiği mahalde neler olmuş olduğunu açıklamamaktadır?... Eh Azeriler ve onlar gibi sorumsuz kimseler artık sevinebilirler; çünkü “Türk ile Ermeni” arasına soktukları nifak tohumları daha da yeşermiştir. Bununla iftihar edebilirler!... Böylesi siyasetin tek hedefi olabilir ve o da: “Türkiye’de tek bir Ermeni vatandaşın kalmamasını sağlayabilme stratejisi.” Evet! Hiç şühhe edilmesin, nihayet olacağı budur!...
Sayın yetkili şahsiyetlerin “biz Türk Ermenilerini gözden çıkarmış olduklarına artık hiç şüphem kalmadı. Lâkin, yine de bu mukaddes ülkenin vatandaşı olarak bu hususta açık fikrimi söyleyeyim: (Müsterih olabilirler, Azeri soydaşlarının pek içten gayretleriyle, kademeli şekilde de olsa, Türkiye’de tek bir Ermeni kalmayacaktır. Çünkü, her fırsatta aşağılanmak, kolay yutulur bir nesne değildir. Ancak, bizler gittikten sonra, pek acı hakikatlerle yüz, yüze gelindiğinde, nasıl büyük bir hata işlendiği görülecektir!.. Zira, biz Türkiye Ermenileri vatanımıza yürekten bağlı insanlarız: (Onursuz tok olmaktansa, onurlu aç olmaya razıyız!...)
Her ne ise asıl konumuza geçmeden, şu hususu da hatırlatalım: (İttihatçıların günahı, “Hocalı” gösterisiyle örtbas edilemez. Olsa, olsa biz Türkiye Ermenilerini yaralamış olursunuz ki, bunda da muvaffak olundu diyebiliriz!..
ESRARENGİZ BİR İSTANBUL MİLLETVEKİLİ!...
Eskişehir’de Müslüman ve Hıristiyan ahali hemen her şeyden habersiz, yekdiğerine muhabbet ve sevgi dolu hislerle karşılık vererek, iç-içe geçinip gitmekteydiler. Ve lâkin, bu hiç de öyle devam etmeyecekti!.. Niçin mi? Geçen hafta bıraktığımız yerden, okuyalım görelim:
(Eskişehir’de bir İstanbul Milletvekili vardı ki, bir türlü buradan ayrılmıyordu. Bununla beraber vaktini boş geçirmek de istemiyordu. Ara sıra konferanslar vererek sahip olduğu ilim ve kültürden Anadolu halkını yararlandırmaya çalışıyordu... Bir akşam yine bu konferanslardan birini vermişti. Ertesi sabah orada bulunanlardan dinledik. Konu etnik azınlıklarla ilgili imiş!... Yani ırkçılıktan bahsetmiş..
Sayın Milletvekili, Hıristiyan azınlıkları, Türkler arasında yaşayan “yılan ve akreplere” benzetmişti. O gece, para vererek konferansı dinlemeğe giden Hıristiyanlar, lânetler yağdırarak salondan çıkmışlardı. Ertesi sabah herkes, İttihat ve Terakki Fırkası’nın bu Milletvekilini tel’in ediyordu. Demek oluyor ki, bu tutucu zihniyeti, Anadolu halkı bile kabul etmiyordu. Herkes senelerden beri birlikte yaşadığı komşularından memnundu.
Eskişehir’de Gayr-ı Müslim etnik guruplarla, Türkler arasında hiçbir anlaşmazlık yoktu. Tam aksine, onlar şehrin ümranına “imarına” da hizmet etmişlerdi. Meselâ, Eskişehir’in en güzel sokakları Rum ve Ermenilerin oturduğu semtlerdeydi.
VE ESKİŞEHİR TREN İSTASYONU!...
Bir sabah, Eskişehir İstasyonunda beklenmedik bir manzara görüldü. O tarihe kadar, trenlerden, sakat ve alil “hasta”, çökmüş yanaklı, ölü benizli, sırtlarına yırtık-pırtık kaputlar giymiş, ellerinde bir parça kuru ekmek, Anadolu’nun talihsiz çocuklarından başka kimsenin indiği görülmemişti.
Şimdi trenden çıkanlar, çocuklardan, kadınlardan ve genç kızlardan meydana gelen bir kafile idi. Bu kafile o kadar hazin, o kadar acı verici bir manzara sergiliyordu ki, yumuk kollar ile annelerinin arkasına sarılanlar, Haziran güneşinin yakıcı sıcağı altında, aç ve kan ter içinde, boyunlarını bükerek uyuyan yavruların hali insan yüreğini parçalayacak bir durumda idi.
Acaba hepsi bu kadar mı? “Konya’ya gidecekler!” diye sesleniliyordu. Fakat, orada bekleşenlerin ceplerinde para yoktu. Hepsi de fakir bedbaht köylülerdi. İstasyonda, parmaklığın önünde ihtiyar bir kadın; kucağında sarışın, mavi gözlü, beş-altı yaşında bir kız, onun yanında da bir erkek çocuğu... Boyunlarını bükmüş öylece oturuyorlardı. Sordum; asker ailesi imişler, babaları askere alınmış, anaları ölmüş... Bu iki talihsiz öksüzü, o ihtiyar kadın büyütüyormuş. Kızın adını sordum:
-: Siranuş!...
Zavallı masum yavrucak, elinde kuru bir ekmek, suya batırarak yiyordu. Siranuş’a biraz yiyecek temin ettim. Sevdim. O gün ve o akşamdan itibaren aramızda bir samimiyet doğdu. Fakat zavallı çocuk hiç gülmüyordu. Yüzünün ifadesinde, bakışlarında simsiyah bir üzüntü vardı. Bir burukluk okunuyordu. Bir Tehcirden, bir sürülmüşlükten, zulümden ve acımasız hareketlerden sanki ruhu ezilmişti. Günahsız masum kalbi kırılmıştı... Verdiğim meyveleri görünce, darılmışçasına, hiç gülmeden, yüzüme hiç bakmadan onları alıyor, zayıf parmakları ile mini, mini ağzına götürüyordu.
 AH!... BU SİYASİ İHTİRASLAR!...
O gün, istasyonda, bu hazin manzara karşısında herkes üzgündü. Fakat her şey bu kadarla kalacak mıydı? Öyle mi zannediliyordu?..
Ama o gece gelen bir tren bu umudu tamamen yalanladı, söndürdü. Hat boyunca acı bir çığlık koptu! İstasyonun ovaya bakan cephesinde ağlamalar ve feryatlar işitiliyordu...
Koştum!...
Ne acıklı manzaraydı bu!... Fener yoktu, ışık yotu, rehber yoktu!... Hiçbir şey yoktu!... Kucağında çocukları ağlayan kadınlar, perişan sakalları ile cübbesinin eteklerini toplayan, yüklerini sırtlarına vuran Papazlar.. Kan-ter içinde eşyalarını çıkarmaya çalışan hastalar... Kızlarını, çocuklarını taşıyan analar... Fakir, zengin, aç, sefil binlerce aile... Yük vagonlarından çıkmaya çalışıyorlar; çocuklarını, analarını, eşyalarını kaybetmemek için, gecenin karanlığında çırpınıp duruyorlardı. Bu manzarayı seyretmek kabil değildi. Gözyaşları, elinizde olmadan boşalıyordu. Bu durumda hiç kimseye yardım etmek mümkün değildi. Hiç kimsenin imdadına koşamazdınız!.. Zaten yardım kabul eden de yoktu. Bu haksızlık, bu zulüm, kalplerde o kadar derin bir üzüntü, o derece sarsılmaz bir düşmanlık ve kin doğurmuştu ki; en aciz, en biçare, en kimsesiz bir kadına bile yardım etmek istediğinizde, derhal kaşlarını çatıyor, kin dolu gözlerle yüzünüze bakıyor, sağlam bir kalp, fakat üzüntülü bir ruh hali içinde; felakete, açlığa, ölüme doğru pervasızca gidiyordu.
Trenler birbirini takip ediyor, her trenden binlerce köy halkı çıkıyordu. O derecede ki; gelenlerin Eskişehir’den başka yerlere gönderilmesi bile mümkün değildi. Gitmekten ümitlerini kesenler de İstasyon Bahçesinde veya yol üzerinde yerleşmeye çalışıyorlardı.
Birkaç gün içinde Eskişehir İstasyonu’nun civarı 10.000’den, 20.000’den çok aile ile dolmuştu. Trenlerle sevkedilen çoluk-çocuk, kadın-erkek kalabalığı... Ayakları kan içinde, etraflarında birkaç fakir jandarma, yürüyerek gelmişlerdi. Bu manzara pek üzücüydü. Bu bahtsız aileler nereye gideceklerdi?... Kimsenin bir şey bildiği yoktu; para yoktu, trenler de yarı fiyatına onları taşımak istemiyordu. Artık hiçbir ümit kalmamıştı. Birçok aile reisi, çocuklarını soğuktan koruyabilmek için çadır kurmaya başlamıştı. Çarşıdaki eş-dosttan, tanıdıklardan; sırık ve tahta parçaları getiriyorlar; kilim ve pırtılarını onların üzerine örtüyorlardı. Evlerini, bağlarını, bahçelerini bırakıp gelen zengin aileler bile toprakta yatıyordu. Artık Eskişehir’in etrafında 20.000 kişiden meydana gelen bir ordugâh kurulmuş bulunuyordu.
İğreti çadırlar arasında sokaklar açılmış, pazarlar bile kurulmuştu. Akşamdan sonra dağlar kararıyordu. Porsuk suyunun çağıltısı, uzun, uzun acıklı, acıklı, karşı tepelerden aksediyordu...
Bahtsız Ermeniler, perişan bir halde, ovada yatıyor, fakat ışık pırıltıları artık görülmüyordu. Bazen bu çadırlarda birbirine sarılıp yatan günahsız insanlar; kalbi üzüntü ve heyecanla dolu küçükler, büyükler.. En tatlı umutlarının yok olduğunu görenler.. Veya sabahtan beri ağzına bir lokma ekmek koymadan çadırın bir köşesinde uyuyan zavallı bir kızın sarışın başı, bir mum ışığı altında parlıyordu.
ESKİŞEHİR ERMENİLERİNİN DURUMU!...
Eskişehir Ermenilerinin yürekleri parçalanıyordu, bu manzara karşısında... Fakat ne yapabilirlerdi ki? En zenginleri birçok ailenin gönderilmesi için aralarında para toplamışlar, kendilerine göre yardımdan geri durmamışlardı. Acaba aynı felâket onlarında başına gelmeyecek miydi?.. Bununla beraber biraz da emin görünüyorlardı. Adapazarı ve civarından Ermeniler gelmişti. Onlarla görüştükleri zaman, haber almışlardı ki; Adapazarı’ndaki soydaşlarının elinde birçok silâh yakalanmıştı. Fakat onlar bu silâhları kendilerine “İbrahim Bey” tarafından verildiğini iddia ediyor; asla bir kabahat bulunmadığını anlatmaya çalışıyorlardı. Bununla beraber, her ne şekilde olursa, olsun; oralardaki Ermenilerde silâh bulunması sürülmeleri için yetmişti.
Eskişehir’de ise Ermeni meselesi ile ilginenler yoktu. Halk ticaret ve ziraatla meşguldu. Tüfek ve bomba gibi silâhlar Eskişehir çevresine uğramamıştı. Gerçi pazarlarda, çarşı ve dere içlerinde gizli silâhların olabileceği söylenip duruyordu. Fakat bu söylentilerin Eskişehir’deki İttihatçıların merkez memurunun bir tertibi olabileceği genellikle kabul ediliyordu. Bu herif Eskişehir’in en alçak kişisi idi. Böyle biliniyordu. İttihat ve Terakki Fırkası’na girerek; rezalet ve külhanbeylikle nam salanlardan biri idi. Eskişehir Ermenileri, başka yerlere sürülmeyeceklerinden emin, ara sıra istasyon civarına geliyor, göç eden soydaşlarına yardım ediyorlardı. Artık Eskişehir’deki bütün Ermeniler çadırlara yerleşmişti. Onlara saldıran yoktu. Fakat en korkunç düşmanları aslında merkez memuru idi. Bu adam zaman, zaman Ermeni erkeklerini topluyor, ceplerindeki paralara el koyuyordu. Bunu gören kadınların müthiş çığlıkları üzerine de İstasyon Zabitleri geliyor, Ermeni erkeklerini kurtarıyor, merkez memurunu tehdit ederek paraları geri alıyor, sahiplerine iade ediyorlardı.
ERMENİ MALLARINI YOK PAHASINA KAPIŞAN VİCDANSIZLAR...
Böylece haftalar geçti. Ermeniler hâlâ nakledilmemişti. Gerçi bir bölümü kara yoluyla Kütahya’ya gönderilmişti. Fakat bunlar kasabaya girememişti. Alabund İstasyonunda ikinci bir karargâh kurmuşlardı. Binlerce aile arasında şimdi açlık tehlikesi baş göstermişti; yiyecek, içecek, para gibi şeyler yoktu. Sonunda eşyalarını satmaya karar verdiler. Bu, feci bir karardı. Eskişehir sokaklarında, istasyon meydanında; gelinlik genç kızların göz nuru dökerek, tertemiz yüreklerinde tatlı emeller besleyerek ördükleri dantelleri, ipekli yatak çarşaflarını, özene, bezene diktikleri elbiselerini kollarına alarak, onları yok pahasına, kırmızı çarşaflı kadınlara, sokak, sokak dolaşarak satmaya çalıştıkları görülüyordu. Ne içler acısı bir manzaraydı bu!...
Bu felaketten kimler faydalanıyordu? Evvela cahil halk, sonra da “Almanlar ve Rumlar” istifade ediyordu. Satacak eşyası olmayanlar için dilencilikten başka çare yoktu. Perişan kıyafetli ailelerin çok defa kapı diplerinde oturdukları, boyunlarını bükerek gelip geçenlerden bir şeyler dilendikleri görülüyordu...
-devam edecek-