Koskoca yazı devirdik, inanılır gibi değil gerçekten… Seyahat edemedik, sevdiklerimizle hasret gideremedik diye midir nedir, buraların doğasında, Seattle’a arabayla birkaç saat mesafedeki çadır kamplarında bulduk kendimizi. Okyanus, nehir ve göl üçlemesiyle geçen bu kamplardan bahsetmek, bu diyarların doğal güzelliklerini paylaşmak istiyorum sizlerle biraz. Çünkü doğayla bir olmak, bütünleşmek müthiş bir terapi ve ruha ve bedene şifa adeta. 

İlk çadır kampımız Astoria Warrenton’daydı. Kendimize ait, etrafı çitlerle çevrili geniş bir alan, üstü kapalı bir şadırvan, masa ve banktan oluşan yemek alanı, kamp ateşi yakmak için ayrılmış alan ve tabii ki çadırımızı kuracağımız alandan oluşuyordu ve en güzeli elektrik ve suyun olmasıydı, tam teçhizatlı gitmiştik, mini ocağımıza kadar, zaten market de yakın bir mesafedeydi ve böylelikle sabahları menemenli, çıtır ekmekli, demleme çaylı kahvaltıdan akşam da mangal keyfine kadar herşey dört dörtlüktü. En güzeli de tüm gün dışarıda, doğada, bol oksijenin göbeğinde olmaktı. Ve bir de okyanus kıyılarını gezip kristal incecik kumun ve soğuk da olsa deniz suyunun, rüzgarlı da olsa güneşin tadını çıkarmaktı. Cannon Beach enerjisel olarak da titreşimi yüksek bir yer, burdaki büyük kaya parçası okyanusun onca medcezirine rağmen dimdik ayakta kalarak hem göze hem de ruha ziyafet niteliğinde var olmaya devam ediyor. 

2. çadır kampımız Wenatchee Nehri kıyısında, Leavenworth’teydi. Bu arada kamp alanlarında farklı seçenekler mevcut, kabin, karavan gibi. Acemiliğimizi daha ilk kampta atmışken burası çam ağaçlarının altında, nehrin kıyısında cennetten bir köşe gibi geldi bize. Kocaman bir meşe palamudunu taşıyan şirin bir sincaba yol vermek, gagasıyla melodik ve ritmik sesler çıkaran ağaçkakanı izlemek bu kampın hediyeleriydi. Çocukların oynayabileceği kocaman yeşillik alan fiziksel aktivitelere davet ediyordu bizleri de. Kristalize suyu olan bu nehrin şifalı sularında bulduk kendimizi. Öylesine berrak, öylesine pırıl pırıldı ki, Fethiye Saklıkent’i anımsatan atmosferinde, Karadeniz’in güzelliklerini çağrıştıran manzarasında şifa oldu bize çivi gibi berrak suları. 

3. kamp alanımız Friday Harbor’dı. Feribotla adaları geçerek ulaşınca bir de gördük ki Büyükada’yı anımsatan, kafeleri, dondurmacıları, balık restoranları, balina izleme turlarıyla dikkat eden şirin bir adaydı burası. Bu atmosferden ve okyanustan ayrılıp adanın karasında biraz içeri doğru ilerleyince bu kez muhteşem göllere kıyısı olan bir konaklama bölgesine geldik. İçinde ahşap evler olan, prefabrik çadır alanları, karavan alanları ve kamp çadır alanları olan, ama bu kez arazisi çok geniş ve kendinizi doğanın kucağında sadece siz varmışsınız gibi hissetiren kamp alanımıza eriştik. Tam gölün kıyısında çam ağaçlarının altındaki ahşap masa ve bankta oturmak ve hayallere dalmak ruha ilaçtı, bu hissiyatı çok güzel vermiş olmalı ki adı da Dream Lake yani Düş/Hayal Gölü’ydü. Sazlık ve nilüferlerle dolu bu şirin göl de bana Abant Gölü’nü anımsattı. Bu kez de göl sporları, balık tutma, güneşi yaklaşan güz öncesi depolamak için harika fırsatlardı. Üstelik kamp alanımızda elektrik ve su da yoktu bu kez. Musluklu bidonlarımızla su taşımak gerekiyordu. Kurbağa korosunu dinlemek, ördeklerin akşam saatlerinde sürü halinde göle inişini gözlemlemek, geyiklerle karşılaşmak ve otların arasından üzeri beyaz çizgili siyah bir yılanın süzülerek uzaklaştığını görmek heyecan vericiydi ve akşamları kamp ateşinin karşısında ve sakız kokan çam ağaçlarının altında gölün tadını çıkarmak bu kampın en şükredilesi anlarındandı. 

Böylelikle 3 güzel kamp macerasını, biriktirdiğimiz güzel anılarla ve depoladığımız oksijen ve D vitaminiyle dolu dolu yaşadık. Eeee malum buraların doğası, ormanı, yeşili, dağları, suyu ve keşfettiğimiz üzre kampları meşhur. Zira sağlam kafa sağlam vücutta bulunuyor. Bu satırları okurken ve resimlere bakarken sizlere de şifa olsun, güzünüz güzel geçsin.  Sağlıcakla…