GEZİ HABER: SEVGÜL KAYSERİLİOĞLU

“Yıllardır canım ülkemin topraklarında fing atıyorum.” …
Desem yeridir.
Ancak,

Marmaris’e defalarca gittiğim halde ve de çok tavsiye edildiği halde, bu virajlardan dolayı bir türlü kısmet olamamıştı. 
İstanbul’da sonbaharın başladığı, bir açık bir kapalı havaları geride bırakıp, bir arkadaşımın davetini geri çevirmeyerek, atlayıp gittim Datça’ya.
İyi ki de gitmişim.
Yazı kapatmanın belki de en doğru yeriydi Datça. Dolunay ve Melisa kokuları içinde…

Yağmur’la karşılandım, İstanbuldan taşımışım gibi…
Üzerine düştüğü herşeyi silip süpüren yağmur,
Kiminin derin kederlerini melankoliye bağlayan, kimilerini uykuya davet eden, aşka dair sözlerin kifayetsiz kaldığı, sanatın her türlüsünü coşturan yağmur.
Şimdi bu nokta da Orhan Gencebay’ı anmamak olmaz.
“Her damlada ah ettim hayatıma kahrettim…”
Olmadı örtüşmedi. 
Belli ki Orhan Abimize yağmur pesimist duygular yüklemiş…
İki gün coştu yağmur, hücrelerinin en terkedilmiş noktalarına kadar girdi… Dağlarına yollarına şirin evlerine yağdı yağdı. Bazen açtı güneş, renk sıkalasını göstererek gökkuşağında… Dalgalar dövdü sahili sanki tüm yaz boyunca iyi geçinmemişler gibi …
Ardından bir sabah güneş, taptaze ve yepyeni bir hayata başlarcasına kendini gösterdi. Sıcak sımsıcak ısıttı bedenleri.
İşte ben o gün tanıştım Datça’yla, koylarıyla, köyleriyle, rüzgar gülleriyle, inciriyle, deniziyle, yakan güneşiyle, mutlu sevecen insanlarıyla…
Ege ile Akdeniz’in buluşma köşesi Datça. Bu ii deniz Knidos’ta buluşup flörtleşiyorlar. 
Bu nasıl mı oluyor? 
Marmaris’ten batıya doğru uzanan 70 km. uzunluğunda bir yarımada, bir tarafı Gökova Körfezi, diğer tarafı Hisarönü Körfezine bakıyor. Yarımada’nın ucu da işte antik kent Knidos.
Knidos’u başka bir zamanda detaylı gezip anlatacağım inşallah.
Datça çok sakin, çok nitelikli otelleri, şirin balıkçı restoranları, nasılsa hala bakir kalmış doğası, şehir denen canavarın gürültü patırtısından uzak, biz İstanbul’lular için oksijen çadırı gibi bir yer.
Haritada Datça Yarımadasına bakarsanız bir koy bir burun, bir koy bir burun görürsünüz. Ege Bölgesinin denizle kesiştiği dantel gibi işlenmişliğinin tipik örneklerindendir. Datça iğne oyaları da coğrafyasına uyarak ünlenmiş sanırım. 
Belli ki yıllardır koylar, Mavi Yolculuk’la ve yakın çevreden gelen özel tekneleri ağırlamakta.
Bizim Akvaryum gibi deniz, betimlememiz pek yaygındır sahil beldelerimizde. Ama burada bir koy var ki adı gerçekten Akvaryum… Benim favorim oldu bu koy. Ne Grand Cayman Island, ne Cancun Meksika, ne Ochos Rios Jamaika… hepsi halt etmiş. Biz de ne zenginlikler var ne… Gelsin dünya burada dalsın.
Şehir merkezinin hemen dibinde lacivert denize bakan restoranlarda, balığınızı yerken, komşu Yunan adası Simi selamlıyor size. Hatta kurulan semt pazarına insanlar Simi’den günü birlik gelip  alışveriş ediyor. Pazar da da yok yok. 
Pazar deyince aklıma yiyecek gelir. Datça’nın bademi  ve bu bademden yapılan bademli incire bayılacaksınız. Ayrıca ince yufka içine badem konularak yapılan bir ünlü tatlı da Damat Tatlısı da lezzet saçıyor. Tüm Ege de bilinen Kabak Çiçeği Dolması da burada da pek ünlü. 
Can Yücel’i anmadan geçmek olmaz Datça’da… 
Eski Datça, şimdi ki Datça’nın hemen üzerinde ki tepede 3 -5 hane denilecek kadar az ve şirin ev adediyle; gizemli, melankolik, barış, aşk, sevgi, özlem, sanat barındırıyor. Üstad Can Yücel’in evinin önüne geldiğimde kıymeti anlaşılamamış her değerli sanatçı gibi O’nun da nasibini aldığı hüzünle tanıştım. Kapı da mezarına bile rahat verilmediğinin gazete küpürü vardı…
“Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna”

“Herşey Sen de Gizli…” demiş usta kalem.
Evet herşey biz de, içimizde ki denizlerde gizli.
Datça’yı hiç değilse bir kere yaşamanız gerek demeden önce adettendir tarihine bakmak. 

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı kaynağıyla;
“Yarımada’da ki buluntular M.Ö. 2000 lere kadar uzanır. Bilinen ilk yerli halk Karlar olmuş, en parlak dönemini ise Dorlar döneminde yaşamıştır. Karlar M.Ö. 1000 yıllarında Trakya ve Yunanistan üzerinden bölgeye gelmiş ve bugünkü Datça Merkezi’nin 1.5 km kuzey doğusunda ki Burgaz mevkiinde Dor uygarlığının merkezi olan Knidos’u kurmuşlardır. M.Ö. 546 sonrasında Pers egemenliğine giren Knidos, ticari nedenlerle M.Ö. 4. Yüzyılda yarımadanın uç noktasına, bugünkü görkemli kalıntıların bulunduğu yere taşınmıştır. Dorlar ve Romalılar yeni Knidos’a çok sayıda tapınak yapmışlar ve şehir Afrodit heykeliyle ünlenmiştir. Geç Roma ve erken Bizans döneminde tapınaklar yerlerini kiliselere bırakmış ve şehrin nüfusu 70.000 lere ulaşmıştır. Bizans’ın son dönemlerinde depremler ve korsan saldırıları ile güzünü yitiren kent tümüyle terk edilmiştir. Yarımada üzerinde ki yerleşimler 13. Yüzyılda Menteşoğulları Beyliği’ne bağlanmış, 15.yüzyılda ise Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına katılmıştır. Son Osmanlı Padişahlarından Sultan Reşad döneminde Reşadiye olarak anılmış ve Cumhuriyet Dönemi’nde Datça adını alarak 1928 yılında ilçe olmuştur.