CUMHURİYETİMİZİN DİPLOMALI İLK MUALLİMELERİNDEN SABAHAT KAYAHAN

Bu röportajı gerçekleştirmeden önce çok heyecanlıydım, ilk defa 100 yaşında biri ile tanışacaktım, üstelik bu hanımefendi ülkemizin yetiştirdiği ilk muallimelerimizden biriydi. Kafamda deli sorular var; Acaba kurtuluş savaşında ne yapıyorladı, acaba Atatürk’ü gördü mü? Belki de ilk ve son defa Atatürk’ü gören bir çift gözle bir arada olacaktım. Aslında Sabahat öğretmen Çanakkale’de yaşıyor ama biz İstanbul Levent’te bulunan torunu Alpay Göltekin’in yanına gezmeye geldiğini öğrendik, hemen bir randevu istedik. Sağolsunlar bizi kırmayıp konuk ettiler. Levent’te bulunan 2 katlı bir villanın önüne geldik. Villanın alt katı aynı zamanda film müzikleri yapan bir stüdyo. Villanın kapısını bize yaptığı müziklerle ödüllere doymayan torunu Alpay bey açtı ve bizi üst kata yönlendirdi. Üst katta bizi karşılayan Sabahat Öğretmenin kızı Semire Hanım çok zarif gerçek bir İstanbul hanımefendisi. Bizi güler yüzle salona aldı. Salonun tam karşısında pencere kenarındaki koltukta harika elbisesi ve özenle taranmış saçları ile bir tarih oturuyordu. Bize hoş geldin diyen yaşından beklenmeyen gür sesi hala kulaklarımda yankılanıyor. Yaptığımız sohbet sonunda anladım ki onu ve anılarını anlatmak için röportaj yetmez ancak bir kitap yazmak gerekir.

Sevgili öğretmenim siz Cumhuriyet’in ilk diplomalı 24 kadın öğretmenimizden hayatta olan  Asırlık bir çınarımızsınız Allah uzun ve sağlıklı ömürler versin. Bize gelecek kuşaklara aktarmak için öğretmenliğe nasıl başladınız, eğitim ve kariyer hayatınız nasıl şekillendiğini anlatabilir misiniz?

‘’Ben Cumhuriyet’ten 5 yıl önce doğdum. İlkokulun yarısını özel okulda okudum. O dönemde özel okulların diplomaları resmi sayılmıyordu. Bu yüzden ilkokulun yarısında kaydımı devlet okuluna aldık. Özel okulda 3. sınıfa geçmiştim ama devlet okulu, okuduğum son yılı saymayarak beni 2. Sınıfa aldı. İlkokulu bitirdim ve bitirdiğim sene tifoya tutuldum. Bir yıl okula ara vermek zorunda kaldım. 31 senesinin eylül ayında Selçuk Kız Sanat Okuluna yazıldım. Bir yıl burada okudum. Anneannem

Selçuk Kız Sanat Okulunun karşısındaki Öğretmen Okuluna gitmemi çok istiyormuş. Benim naklimi o yıl oraya almaya kalkmış. Naklimi almak için gittiğinde öğretmenler anneanneme ’Sabahat okulumuzun birincisi. Biz onu iki yıl sonra Belçika’ya Osmanlı Sanatları Enstitüsü’ne göndereceğiz.’ diyorlar. Anneannem bunu duyunca küplere binmiş. Tabiri caizse bağıra çağıra nakilimi almış ve Çapa Öğretmen Okuluna kaydımı yaptırmış. Orası da 'Müfredat değişikliği vardır. İmtihansız orta ikiye alamayız.’diyor. Orada beni imtihana tabi tuttular imtihanları geçtim ve orta ikinci sınıfa kayıdım yapıldı. Burada ortaokulu bitirdikten sonra Çapa Öğretmen Okulunun lise bölümü imtihanına girdim. Bu imtihanları da başarıyla geçtikten sonra Öğretmen Lisesi’ne girdim ve 1937 yılında da buradan diplomalı mezun olan ilk kadın öğretmenlerden biri oldum.’’

Sabahat öğretmen görme sorunu yaşamasına rağmen hem bizimle tarihte gezinti yapıyor hemde görmeden ama tamamen yüreğiyle hissederek örüyordu örgüsünü. Her bir ilmek atışında geçmişinden izler bırakıyordu ördüğü atkının içine. Sözlerine şöyle devam etti;

           

‘’6 sene Balıkesir’de çalıştım. Orada başarılı bir kariyer hayatı geçirdim. Oradan da ülkenin bir çok yerine tayinim oldu. 54 senesinde de İstanbul’a kesin dönüş yaptık. 1956 senesinde Çapa Öğretmen Okulu Enstitü İngilizce Bölümü’ne girdim ve üzerinden geçen 3 yılın ardından ingilizce öğretmeni unvanına da sahip oldum. Aynı zamanda benim Selçuk Sanat Okulu’ndan naklimi duyan öğretmen okulunda ki ev idaresi ve el işi öğretmenim, mezuniyet sicilime ‘İmtihansız el işi öğretmeni olabilir.’ kaydını koydurmuş. Bu unvanlar sayesinde hem ilkokul hem de ortaokulda çalışma fırsatı yakaladım. İstanbul’da yarım gün ilkokul yarım gün ortaokulda eğitim verdim. Arada zaman geçti ve annem rahatsızlandı. Artık emekli olmam için bana yalvarıyordu. Bunun üzerine ben ve ilkokul bölümünün bir kaç öğretmeni karar verdik ve beraber emekli olduk. Sonrasında özel dersler vermeye başladım aynı zamanda da annemle de ilgilendim. 85 yaşıma kadar çocuklara özel ders verdim ama bir süre sonra gözümden sıkıntılar yaşamaya başlayınca ders vermeyi bırakmak zorunda kaldım çünkü öğretirken çocuğun okuduğunu, yazdığını görmeden onun öğrendiğine kanaat getiremezdim. Fakat buna rağmen ders almak isteyen çoktu. Bu sefer evde ders vermeye başladım. Haftada 2 ya da 3 gün evde ders veriyordum. Yıllar gelip geçince ve tabi yaş 90’ı bulunca aynı zamanda görme problemim de ilerleyince mesleğime tamamen veda ettim. Nice çocuğa bedava ingilizce ders verdim. Seneler sonra o çocukların ‘Sabahat teyzem bana öğretti.’ demeleri... İşte o bana yetti. Keşke gözüm böyle olmasaydı da gene gösterseydim, gene öğretseydim diyorum bazen. Ama her şeye rağmen meslek hayatım çok başarılıydı. Şimdi ise örgü ile oyalanıyorum.’’

         

Biz çok heyecanlıydık ama Sabahat öğretmen en az bizim kadar heyecanlıydı, konu konuyu açıyor ve bize mesleğinin ilk yılında yaşadığı anılarını anlatıyordu. Röportaj için yerimiz kısıtlı sadece örnek olsun diye aşağıdaki anıyı kaydediyoruz.

‘’Öğretmen çıktığım sene. 37’de mezun olduğumda benim emir bakanlıktan merkeze geldi. Yani ben kazalarda çalışmadım. Merkezde çalıştım.Ben Balıkesir Altı Eylül İlkokuluna vekil öğretmen olarak tayin oldum. 10 ya ada 12 günlüğüne öğretmenim ama tabi genede çok sevinçli ve heyecanlıyım. O tarihte 7 yaşını bitiren çocuklar okula alınırdı. Böylece 3. sınıf öğrencileri 9 yaşında. Sınıfa girdim öğrencilerin içinde minicik bir çocuk var. Çok güzel... çok güzel okuyor, yazıyor, matemaiğide çok iyi ama konuşmuyor. Konuşması anlatması yok çocuğun. Ben tuttum çocuğa dedim ki ‘Yarın babanla beraber gel.’ Çocukta ‘Peki’ dedi. Ertesi sabah sınıfa girdim. Yoklamayı yapacağım sırada müdür geldi beni dışarı çağırdı. Çıktım. Yaşlı, kibar bir polis ayağa kalktı ’Hoca hanım vali beyi emretmişsiniz.’ dedi. ’Çok önemli bir toplantı var. Bütün ilçelerin kaymakamları geldi. O yüzden emrinizi almak için beni yolladı.’’

       

Bende dedim ki ‘Çocuk harika bir 1. sınıf öğrencisi ama asla 3. sınıf öğrencisi değil. Bu çocuğa yazık günah. Bunu görüşecektim ben kendisiyle.’ dedim. Bende de 19 yaşımın verdiği bir cesaret varya demiyorum ki ona ‘Kusura bakmasın.’ filan. müdür kenarda odanın yanında oturuyor ellerini ovuşturuyor acil durum anlamında. Yan gözle bunu gördüm ben . ‘Saygılarımla bunu kendisine iletirseniz çok memnun olurum.’ dedim. Teşekkür edip gitti adam. Hemen müdür bana döndü ‘Ah hoca hanım bana neden söylemediniz ilk başta.’ dedi. Bende ‘ Öğretecek olan benim, öğrenecek olan çocuk, yardım edecek olan ailesi.’ dedim döndüm sınıfa gittim. Yani kabaca ‘Sizi ilgilendirmez.’ dedim. Öğleden sonra oldu valinin orta sondaki kızı geldi. ‘Ah ablacım. Annem ve babam nasıl teşekkür ettiler sana. Hem teşekkür haberini getirdim hem de ne yapmamız gerektiğini sormaya geldim.’ dedi. Ben de en anlaşılır şekilde kendimişu sözlerimle ifade etmeye çalıştım. ’Çocuk 3. sınıf öğrencisi değil ama harika bir 1. Sınıf öğrencisi. Çocuk buradan geçse nasıl yetişir. Onun önüne 4-5 tane kitap gelecek. Bunları anlayacak, özetleyecek anlatacak sorular olucak bunları cevaplayacak. Arkadaşlarına sorular soracak bu konuda. Nasıl yapsın bunları yavrucak. Öğretmeni hangi duygularla bu çocuğu bu sınıfa getirdi bilmiyorum ama bu sınıfın çocuğu değil. Ben burada nihayet 12 gün durucam. Bir hafta sonra işim bitecek benim.Bu sınıfta kalsa çocukta okula karşı nefret uyanacak. Onlar neden geçti de ben geçemedim diyecek ve uzaklaşacak okuldan. Kendisi bahaneler üretmeye başlayacak bir süre sonra ‘karnım ağrıyor, başım ağrıyor’ diyecek kaçmaya başlayacak okuldan’ dedim. ‘Herhalde artık duruma göre hareket edersiniz.’ dedim. Çok teşekkür etti kız sarıldı çıktı gitti. Bütün müdürler konakta çalışıyor. Babamda iller müfettişi olduğu için o konakta. Vali geri öğlenleyin gitmiş kaymakamlığa babamın yanına ‘Bak, senin kız ne yaptı. Ben bugün gidemedim. Eğer şu toplantı olmasaydı okula gidip bütün öğretmenleri oraya toplayarak alnından öpecektim onun. Vazife uğrunda makam dinlemediği için.’ demiş. Babam eve geldi. ‘Sen ne yapmışsın bugün’ dedi. bana. Şaşırdım ‘ne yapmışım ki’ dedim. Gözleri doldu sarıldı öptü ‘Seninle ne kadar iiftihar etsem azdır.’dedi babam. Ertesi gün valinin hanımı bize geldi ben mektepten geldim hanım bizdeymiş. oturuyorlarmış. Annem kapıyı açtı bana ‘Valinin hanımı burda hemen üstünü değiş yanına geç.’ dedi. Gittim bir sarıldı boynuma ‘Sen bize hızır gibi yetiştin biz çocuğu okuyor sanıyorduk.’ dedi. Tabi aynı şeyleri ona da söyledim. Mesleğimde hiçbir zaman dur otur ve vazife uğrunda mankam dinlemedim.

Konumuz eğitim ve öğretim olunca bizim de sorumuz ‘’Öğrencilerinize verdiğiniz ilk değer neydi?’’ oldu Sabahat öğretmenimize. Hiç düşünmeden verdi cevabını;

‘’Öncelikle saygı, sevgi ama en önemlisi Cumhuriyet’e bağlılık. Cumhuriyet 6 kola ayrılır. O kolların her birinin ne olduğu, ne için olduğunu anlattım hep. Okulda babaları farklı partilerde görev alan çocuklar kavga edermiş başka sınıflarda. Benim sınıfımda hiçbir zaman böyle bir sorun yaşanmadı. ’siz buraya okuyup öğrenmeye geliyorsunuz. Bu kapıdan içeriye girerken siyaseti dışarıda bırakacaksınız.’ derdim. Birbirlerine saygı duymayı öğrettim.’’ 

Şimdiki öğretmenlere de bir kaç tavsiyede bulunmak istediğini söyleyerek devam etti sözlerine; 

‘’Bir öğretmenin vazifesi ilk olarak ‘’Çocuk neden ders çalışmıyor?’’ sorusunun cevabını bulmasıdır. Ortaokulda dahi derse girdiğimde ilk 5 dakika çocukların gözüne şöyle bir bakardım. Hangisi gerçekten hasta hangisi numara yapıyor. Kimin sıkıntısı var anlardım. Ondan sonra ’Sana noldu gel bakalım.’ Der alnına bakardım, nabzına bakardım. Bir şeyi varsa hademeye ‘’Götür evine teslim et çocuk hasta dinlensin.’’ derdim. Hiçbir zaman ‘’Ben dersimi verip çıkıp gideyim.’’ demedim. Ikinci olarak da ‘Niye okumuyo bu çocuk?’ sorusuna cevap aramalı bir öğretmen olarak. ’Bu çocuk okumuyor ama neden? Huzursuzluk evinde mi yoksa kafada mı?’ Sağlam çocuk hiç okumaz olur mu?’’

   Cumhuriyet’e olan bağlılığını her fırsatta dile getiren Sabahat Kayahan’a bu sefer ki sorumuz ‘’ Hiç Mustafa Kemal Atatürk’ü tanıma fırsatı yakaladınız mı?’’ oldu. 

Sanki o anları tekrar yaşıyormuş gibi heyecanlandı ve anlatmaya başladı;

‘’Atatürk’ü çok yakından göremedim ama gördüm. Mesela biz Aksaray’da oturuyoduk. Yenikapı’ya bazen akşamüstleri yürüyüşe gidiyorduk. Treni yenikapıdan geçerdi.Biz bulvarda gezerken o bize el sallardı trenin içinden. Mektep gezisi olarak bizi Florya Köşkü’nün yakınındaki ağaçlık kırlara piknik yapmaya götürürlerdi. Atatürk orada kalıyordu o zamanlar. Ülkü’de yanındaydı. Kendi kendine dolaşıyordu. Görüyorduk. 16 sene biz mezun olana kadar bayram hayatı yaşadık. Amerika’nın, İngiltere’nin Cumhurbaşkanı, İran Şahı tabiki sayamadığım kimler kimler geldi. Bütün şehir süslenirdi. Bizler de yola dizilirdik. Gelenin bayrağı ile Türk bayrağını tutar Atatürk ve misafirini karşılardık.O zamanlarda da görmüşlüğüm var. Yöneticiliği boyunca Türk sınırından dışarı adım atmadı Atatürk. Kim görüşmek istediyse onlar geldi.’’

 ‘’Atatürk’ün ölüm haberini aldığınızda ne hissettiniz ve ne yaptınız?’’ sorusunu kendisine yöneltince düşüncelerine kara bulutlar hücum etti sanki, gözleri doldu. Yutkundu ve kelimeler döküldü bir bir ağızından;

‘’Onu kaybetmek çok ağırdı hepimiz için. Atatürkün öldüğü gün büyük bir tören yaptık. Balıkesir’de mesleğimi icraa ediyordum o zaman. Daha 1 yıllık öğretmendim. Çelenkler yapttık. O zamanbalıkesirde çelenk filan yoktu demetler vardı. Biz çaktık tahtadan kafesleri. Onun için çelenkler yaptık. Babam müfettiş olduğu için bekçiler babamı tanıyordu. Bekçiye kağıt yazıp çocuk gönderdim. Parktan palmiye yapraklarını büyükten kesti 4-5 tane gönder. Onları beyaz-sarı yaldızla boyadık. Onun içine

çiçekleri ve Atatürk’ün fotoğrafını koyduk. Altına da yazımızı yazdık. Çok zor bir gündü bizim için. Ondan sonra ki hayatta onun rahatlığını bulamadık. Ve kim başa geçerse geçsin hep aynı şeyi savunduk.’’

             

Burhanlı havayı bir nebze de olsun dağıtmak için tanık olduğu bir diğer dönem ile ilgili sorumuzu yönelttik. ‘’ 2. Dünya Savaşı’na tanık oldunuz. Bu dönemle ilgili bize anlatmak istediğiniz bir şey var mı?’’

‘’O dönemde Atatürk ölmüş olduğu için İnönü cumhurbaşkanıydı. İdarede değişen bir şey olmadı. Tek değişen cumhurbaşkanı.İsmet İnönü Topkapı Sarayı hazinesindeki eşyaları, eğer harbe başlarsak osmanlı devirinin eserleri kaybolmasın diye, askerlerle nakil ettirip saklattırmış. Kimselerin haberi yok tabi. Sadece askerlerin haberleri var. Ben o dönemde evlendim tam 44 sonunda. Herkesin manevra sandığı 1 sene kapının arkasında bekledi. Bizim de öyle. Yatağı, yorganı, seyyar karyolası, tabağı, çatalı,

bardağı, sefer tası, 3 kat çamaşır. Bunlar hazır halde 1 yıl bekledi. Açtık havalandırdık ayda bir kez sonra tekrar yerine koyduk. Bir gün İnönü’ye ‘ Ordu alarmda hazır. Bütün teçhizatlar tamam. Hareket edelim mi?’’ diye soruyorlar. İnönü ’Durun daha benim kulaklarım top sesini duymadı. Kulaklarım ne zaman top sesi duyarsa ben o zaman size emrimi veririm.’’ diyor. Halbuki ortalık çok karışıktı. Çok şükür Türkiye harbe girmeden sulhe varıldı.’’

 ‘’Kayahan’’ soyadının bir hikayesi olup olmadığını merak ettik. Olumlu yanıt alınca ‘’Bize hikayesini anlatabilir misiniz?’’ diye sorduk. Bizlere hemen anlatmaya başladı;

‘’Evlenmeden önce eşim kayhan soyadını almış. Benim kayınbiraderim bankacı olduğu için ‘üre’soyadını almak istemiş. Benim eşim asker olduğu için ve kayhan tarihte geçen, oğuzlar devrinden kalan bir isim olduğundan kayhan soyadını aldı. Yani iki öz kardeş ayrı soyadlar aldı. Hala daha böyle devam ediyor. Askeriye’de bir kayhan daha varmış. O daha evvelden almış daha yüksek rütbeliymiş. Değiştirsin diye bize haber yolladılar. O gecede Yarbay bizdeydi. O döndü ‘ Y’nin yanına bir ‘a’ koyun ‘kayahan’ olsun.’ dedi. Böylelikle soyadımız Kayahan kaldı.’’

Son olarak Sabahat öğretmenimize ‘’Aile hayatınız nasıldı? Çocukluğunuzda evde kimin sözü geçerdi?’’ sorusunu yönelttik. Cevabı ise beklenmedik oldu;

‘’Evet cumhuriyet devrini yaşadık ama evin içi büyükannemin istibdatı ile yürürdü. İşte diyorum ya beni bir okuldan aldı diğerine verdi hiç birimizin haberi olmadı. Ama yetiştik büyüdük saygımızı esirgemedik hiçbir zaman. Aile olarak osmanlı devrine bağlıydık ama değildik. Iksinin ortasında yaşadık hep. Örtülü kadınımız yoktu büyükannem boynundan şöyle bir bağlardı örtüsünü kadın erkek fark etmez her yere girer herkesle görüşürdü. Öz babam subaydı binbaşıyken, 26 Ekim 1923 tarihinde, Cumhuriyetten 3 gün evvel öldü. Şehit oldu bolu’da. Yedi Emirler Ziyaretgahı’nın torunuydu. Babam ve dedem Heybeliada’da yatar. Annem sıradan bir ev hanımıydı. 17 yaşında babamla evlenmiş. Dışarısı ile neredeyse hiç bağlantısı yokmuş. Sanki kuş misali bir kafesin içinde yetişmiş. Eşimle çok iyi anlaşırdık. 15 yıl geçindik. Fakat benim büyükannem benim evlenmemi istemiyordu. Gün geçtikçe bunu yavaş yavaş açıklıyordu. O benim öğretmen olmamı anadolunun neresine tayin olursam benimle gelmek istiyordu. İkna ettik bir şekilde. Yalnız eşimde subaydı ve ilk nişanlandığımızda ona ‘sen benim mesleğime karışmayacaksın, bende senin mesleğine karışmayacağım’ diye şart koşmuştum. Nitekimde öyle oldu. Birbirimizin mesleğine son anımıza kadar saygılı olduk. Ama öldü. Benim oğlum 8, kızım 6 yaşındaydı. O zamandan bu zamana kadar hep onlar için çalıştım.’’

 ‘’Hayatta insan çok müşküatlarla karşılaşıyor. Ama azim ve cesaret her şeyin önünde bulunur.’’

Sabahat KAYAHAN

Haberi Hazırlayan ve fotoğraflar: Yaşar Şenyüz & Hilal Vardar