Politika ve san’at dünyamızdan yıllar yılı nice değerli şahsiyetler gelip geçmiş ve bu trafik ebede kadar devam edip gidecektir. Henüz kaybettiğimiz merhum Levent Kırca üstadımız da bu kervana son katılanlardandır. Nur içinde yatsın, Yaradan’ın Rahmeti üzerinden eksik olmasın!

Asıl anlayamadığım şudur: “Ünsüzler vergi verir, vatani hizmete koşar, ürettikleriyle ülkemizin ekonomik durumuna katkıda bulunur vs. Ama sırf ünsüz olduğu için, sözü dahi edilmez!...”

Varlığını, “Dördüncü Kuvvet” olarak belirleyen Medya’ya göre: “Gazeteci Yaşadığı Çağın Tanığı” imiş!...

Peki sorulmaz mı: “Onun tanığı kimdir?...”

Durmadan aptallık aşılamaya çalıştığı ünsüzler mi?...

ABD’nin başkenti Washington’da, dostluk hakkında şu darbımesel esas alınmıştır: “Dost istersen, köpek al.”

İnsanı, insandan uzaklaştırabilme özelliğine haiz bu tehlikeli deyimin asıl sahip veya sahipleri, hiç şüphe edilmesin: (AMERİKAN BASIN MENSUPLARI) olmuştur.

1945’te Harbin hitamından sonra, ABD’nin en müessir propaganda silâhı: Basın, Sinema ve TV. Kuruluşlarını bu sefer de ABD’yi bütün dünyaya sevdirebilme ve Sovyet-Rusya’ya karşı her açıdan müessir bir güç meydana getirme mücadelesine sokmuştu ve de “Soğuk-Savaş” yıllarında bunun hayli faydasını görebilmişti. Ne var ki 1965’lerden sonra aşırı şımarık hareketleri, kendisini yavaş, yavaş yalnızlığa doğru kaydırmaya başlamıştı... Günümüzde ise, sadece maddi ve nükleer silâh gücü sayesinde en azından Dünya’nın yarısına hükmedebilme konumunu muhafaza edebilmektedir.

1970’li yıllarda genç sanatçılar arasında Merhum Levent Kırca da vardı ve Sağcılara göre Komünistti. Gerçekten öyle miydi?... Zira bu durum ayrıca tartışılabilir!...

Çünkü, Türkiye’de hakiki mânâda “Komünist” hiçbir zaman olmamıştır. Bizdeki Komünistler aslında, birer “Sosyalistti.” Hem de kendileri dahi fark etmeden, birer “Nasyonal-Sosyalist” olmuşlardır: “Mahir Çayan, Deniz Gezmiş” ve benzerleri bu iddiamızın birer numunesidirler.

Dikkatle incelediğimiz zaman şu gerçekle karşılaşırız; bizdeki Solcularda her daim “Vatan ve halkımızın sevgisi” ön planda olmuştur. “Solda ve Sağda” yekdiğeriyle vuruşan nahak yere birbirlerinin kanını döken o yılların gençleri, hiç fark etmeden aynı gaye uğruna adeta savaşmışlardı. Ne idi bu gaye? Şuydu; yokluk içinde çırpınan halkımızı, “Kapitalistler” sömürüsünden kurtarabilmek!... Bunun var olabilmesi için de, Türkiye’nin ABD boyunduruğundan kurtarabilmekti ve bu inanç, değişik görüşlerle her iki tarafın da başlıca gayesiydi...

Bizlerin o yıllardaki siyasilerimiz ile Hükümetlerimiz, şayet bu karmaşadan siyasi açıdan istifade yerine, gençlerimizi millî açıdan uyarmayı tercih etseydiler ve de sözde Türkiye’nin müttefiki olan o yılların Süper Devletleri, kendi çıkarları paralelinde davranmayıp, Türkiye’nin gerçek müttefiki olarak meseleye eğilseydiler problemimizin rengi daha değişik olurdu diyebiliriz. Ancak, onlar tam aksi; İslâmi tarikatlar meydana getirerek, ülkemiz içinde muhtelif bölünmelere ön ayak oldular... Ve ne acıdır ki, günümüzde de bu durum değişmiş değildir: (15 Ekim 2015).

Batı emperyalistlerinin Türkiye’de bir türlü gündem dışı bırakamadıkları, yegane güç, daha doğrusu kuvvet; Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmuştur ve çok şükür hâlâ aynı güce haizdir.

Batı’dan bulaşmış “Siyasî inançların” çizgisinde Dünya hadiselerini değerlendirmenin, ülkemiz insanını yekdiğerine yabancı kılar hale düşürmesi, bizi, kendi öz benliğimizden uzaklaştırmada büyük çapta rol oynamıştı ve oynamakta berdevamdır...

Ünsüzlerin ülke ve dünya meselelerinde, en az ünlüler kadar bilgileri olabilseydi, herhalde ülkemiz daha güçlü durumda olabilirdi. Ve lâkin her ne hikmeti var ise, bizim ünsüzler cenahı daha doğrusu “Millet bütünlüğü” milletler sosyetesinin dikkatlerini çekebilmiş olsaydı, Türkiye’nin yarınlarına daha olumlu bakılabilirdi!...

Ülkemiz içinde kurulmuş olan “Siyasî Fırka veya Vakıflar” kanalı ile ünsüzlerin dünyasına faydalı olmaya çalışılması, bizce sadece yetersiz değil, aynı zamanda külliyen yanlıştır.

Atatürk’çü” veya “Kemâlist” olmak, ülkemizin “Millî Menfaatlerine” dört dörtlük hizmet verebilmek için yeterli olmadığının peşinen bilinmesi lazımdır.

Zira her iki düşüncenin veya kuruluşun altında yer alan siyasî zihniyetin; “Kemâlizmi” fikir yapısıyla sadece, isim açısından bağı bulunmaktadır.

Ünsüzler “Devletten ne bekler?” Huzurlu ve kazançlı bir ortam içinde yaşatmasını. Böyle bir ortam temin edilebilse ki, kısmen edilebilir. Ancak, dört dörtlük beklenmemesi şartıyla. Zira, öylesi bir ortamı Süper Devletler bile tam olarak uygulayamamaktadır.

Hayır! Uygulayabilmektedir diyen yalan söyler! Bu konuda süperlerin diğer devletlerden tek farkı, elinde bulunan diğer alternatiflerle mezkûr açığını kapatmaya çalışır.

Ünsüzlerin çoğunluk teşkil ettiği hemen her ülkede, “Komünizm kokan” başka inançların kol gezmesi ise, ülkelerde bizzat iktisadi zorluklar içinde bulunan ülkelerde birinci derecede söz konusu olur.

İşte bizim ülkemiz, bu gibi şartların “sesli, sessiz hüküm sürdüğü” memleketlerdendir, demekten asla korkmamalıyız! Zira, hastalığın neviini keşfeden doktor için, onu iyileştirmeye çalışmak birinci kadar yorucu olmaz.

Ne var ki, kendi öz tarihini bilmeyen ülkeler, böylesi bir avantajdan hiçbir zaman istifade edemezler. Çünkü, onlar bu şansı, kimliksiz yaşamanın, ülke sahibi olarak yaşamaktan daha evladır diyebilen ruhsuz kimselere uzatılan “barış güvercinleri” onlar açısından sadece kendi ferdi hürriyetlerinin birer belgesi sayılmaktan ileri gidemez!...

Vatan ve Millet sahibi milletler açısından böylesi bir durumun; “yarı aç, yarı tok” yaşadıkları ülkelerinde hemen hiçbir kıymet ifade etmez! Ve zaten edemez de!...

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda, “Vatan ve Milletimizi” temsil eden bayrakların dalgalandığını gördükçe, izahı gayrı kabul bir sevinç adeta her yanımı kaplar ve fakat başka bir düşünce de körpecik kalbimi adeta hüzünle kaplardı!...

Bizler azınlığız!” Evet, bizler azınlıktık. Yanî bizler sadece sığıntı ve her an ülke dışına sürülebilme ihtimali bulunan mahlukatlardık!...

1950’lerin sonlarına doğru ve 1960’ların başları: Yurt haricine işçi olarak gidebilme imkânı doğmuştu ve bazı arkadaşlarım, hemen “İşçi Bulma Kurumu”na giderek, kendilerini yazdırmışlar ve sırası gelenler, istekte bulunmuş olan “Batı-Almanya”nın yolunu tutmuşlardı.

Batı-Almanya, bizim işçilerimizden son derece memnundu ve hayli de hizmetlerini görmüşlerdi. Ve lâkin, bizim açımızdan bakıldığında hiç de iç açıcı bir manzara görünmemekteydi: “Çalışmak için Batı-Almanya’ya giden işçilerimizin çoğunluğu; ya ülkesine geri dönmüş veya Almanya’da kalıp o çileyi doldurmayı yeğ tutmuşlardı...”

Ben ise; “Zararı yok! O bayrak, sen benden değilsin desin! Ben yine de onu kendi bayrağım sayıp, seveceğim. Çünkü, Ay-Yıldız benim kalbime yazılmıştı!...”

Aynen Şairin buyurduğu gibi:

(Vatan senin doğduğun değil, doyduğun ülkedir.)