Ömrünü fotoğraf sanatına adamış değerli Tanju Akleman bu hafta ‘Türk Fotoğraf Tarihine İz Bırakanlar’ serimizin konuğu oluyor. Sanatçı eleştirel, aynı zamanda görünenden farklı bir gerçekliğe ait eserlerinde daima bir maksadı olan üslubunu bizlerle paylaşıyor. Fotoğrafın yanı sıra edebiyat, resim, müzik, sinema sanatıyla da yakından ilgili bu çok yönlü düşün insanıyla yaptığımız söyleşiyi sizlere sunmaktan mutluluk duyuyorum. Gelin Tanju Akleman’ın hayatından kesitlere, başardıklarına ve sanat üzerine düşüncelerine birlikte bakalım.
Sevgili Tanju Akleman merhaba, ailenizin sanata olan ilgisi ilk gençliğinizde sizin de edebiyat, şiir, sinema, müzik, resim yani sanatın her dalıyla ilgilenmenize vesile olmuş. Sizce kültür ve sanat zenginliği fotoğraf sanatını nasıl değerli kılar?
Tabi ki ailenin kültür ve sanata ilgisinin olması, bu alanlarda çalışma yapacak insanlar için değerlidir. Bilgi yoğunluğunu artırır, sanatsal ve kültürel bakış açısını güçlendirir. Ama olmazsa olmaz bir durum değildir bu. Tam tersi pozisyonlarda yetişmiş nice insan vardır ki kültür ve sanat alanında etkileyici çalışmalara imzalar atmışlardır. Ben de bu katkıyı her zaman değerlendirdim. Babam sürekli kitap okuyan bir insandı, o kitap okumalar doğaldır ki bize de bulaştı çocukluğumuzdan itibaren. Annem plastik sanatlara sevdalı idi, evde bu konuda da kitaplar ve albümler vardı. Doğal olarak, özellikle de ressamlara karşı bir ilginiz oluyor. Babam doktordu, ilk çıkmasından itibaren Eczacıbaşı takvimleri gelirdi, o dönemin fotoğrafçılarının fotoğrafları ile bezeli idi o takvimler. Doğrudan fotoğraf ile ilgili olmasam da çocukluk yıllarımda tanımıştım o fotoğrafçıları. Ve tabi müzik ile ilgimde ailenin de etkisiyle daha küçücük iken başlamıştı.
Fotoğraf hayatınızın hangi evresinde girdi?
Sanata ve fotoğrafa her zaman ilgim vardı. Ben, İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Fakültesi, Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği mezunuyum, sonrasında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi İşletme İktisadı Enstitüsü’nde yüksek lisansımı yaptım. Sonrasında Ankara’da askerliğimi yedeksubay olarak yaptım ve 1986 yılında askerliğimi yaparken aldığım Lupitel marka Fotoğraf Makinesi ile başladı fotoğraf yolculuğum. 1987 yılında Netaş’ta işe başladığımda ağabeyimden gelen Minolta fotoğraf makinesi ile yoğunlaştı. Netaş’ta, 1988 yılında Fotoğrafçılık Kulübünün kurucularındanım. Şirket bünyesinde birçok fotoğraf etkinliği düzenledik. Ve başta İFSAK’ın düzenlediği Fotoğraf Günleri olmak üzere, İstanbul’daki neredeyse tüm fotoğraf etkinliklerinin takipçisi idim. 1991 yılında İFSAK’a üye oldum. 1993 yılında İFSAK’ın düzenlediği Fotoğraf Günleri kapsamında, üç arkadaşımla birlikte, Attila İlhan’ın İstanbul Ağrısı isimli şiirini bir multivizyon gösterisini aynı isimle gerçekleştirdik. 1995 – 1997 yılları arasında İFSAK’ta Yönetim Kurulu Üyeliği’nde bulundum. Sonraki yıllarda da Fotoğraf Günleri Düzenleme Kurulu ve İFSAK Disiplin Kurulu’nda yer aldım. 90’ların sonunda Fotogen üyesi oldum ve 1998 – 2001 yılları arasında Fotogen Yönetim Kurulu’nda yer aldım. Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu (TFSF) çalışmalarında aktif olarak çalıştım ve iki dönem TFSF Yönetim Kurulu’nda görev aldım. 1995 – 2005 yılları arasında Saydam Günleri kapsamında neredeyse her yıl fotoğraf sunumları geçekleştirdim. Bu sunumların nerdeyse hepsi kavramsal özellikli sunumlardı. 2005 yılında son Saydam Günleri’nde 12 Eylül üzerinden Sisli Bir Eylül Gecesi isimli sunumu yaptım. İFSAK tarafından 2006 yılında düzenlenen İstanbul Fotoğraf Bienali’ne Oltada isimli projemle katıldım. Fotoğraf Vakfı tarafından 2007 yılında düzenlenen UlisFotoFest’in Düzenleme Kurulu’nda yer aldım. İFSAK Eğitimleri sonrasında düzenlenen iki fotoğraf projesine danışmanlık yaptım, bu projeler sonrası Bir Garip ve Olsa İyi Olurdu isimli sergileri gerçekleştirdik. 2008 yılında Fotoğraf Vakfı Sergisi olarak The Marmara’da Yontu-Yorum – Bu Dünyanın Halleri isimli sergiyi açtım. 2009-2019 yılları arasında 4 dönem İFSAK Yönetim Kurulu Başkanlığında bulundum.
Evrensel Kültür Dergisinden fotoğraf üzerine deneme yazıları yazdım ve bu yazıları kapsayan Çayırköy’deki Unutkan Silahşorlar kitabımı 2021 yılında yayınladım.
2022 yılından beri, bir arkadaşım ile birlikte Sinema ve Fotoğraf Üzerinden Kavramsal Fotoğraf Hikayeleri atölyelerini düzenlemekte ve Fotoğraf Bahane başlığı altında fotoğraf etkinlikleri düzenlemekteyiz. 2023 yılından beridir PsikeSinema isimli derginin Sinema Yazarıyım.
İFSAK’ın 60 yıllık serüvenine 8 yıl İFSAK başkanlığı yaparak dahil oldunuz. Başkanlığınız döneminde neleri gerçekleştirdiniz?
Öncelikle Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yaptığım dört dönemde de, ne yazık ki son üç dönemdir düzenlenmeyen İstanbul Fotoğraf Günleri’ni gerçekleştirdik. AES+F, Shaidul Alam, Shadi Ghadirian gibi isimlerin hem sergilerini açtık hem de kendilerini Türkiye’de ağırladık. Tina Enghof, Issa Touma, Lori Nix, Nicholas Kahn ve Richard Selesnick, Jim Naughten gibi isimlerin de fotoğraf sergilerini açtık. Fotoğraf Derneklerinde Sosyal Sorumluluk Projeleri düzenlenmesi gerektiği inancından hareketle, İnsan Hakları üzerine birçok çalışmaya, Nükleere Karşı, Kuzey Ormanları, Engelli Hakları, Tiyatro Problemleri (Oyuncular Sendikası ile birlikte), Kütüphanecilik gibi bir çok fotoğraf projesine imza attık. Koruncuk Vakfı ile birlikte çocuklar üzerinden projeler gerçekleştirdik. Mimarlar Odası ile birlikte fotoğraf çalışmaları yaptık. Fotoğraf ve Sinema eğitimlerine farklı açılımlar getirdik.
Uzunca bir süre İFSAK Başkanlığı yaptıktan sonra Türkiye’ deki fotoğraf derneklerinin varlığını nasıl buluyorsunuz?
“Fotoğraf Derneklerinde Sosyal Sorumluluk Projeleri düzenlenmesi gerektiği inancından hareketle” demiştim bir önceki soruyu yanıtlarken. Ne yazık ki bu konulara önem veren pek Dernek ya da Kurum yok fotoğraf bağlamında. Ufak tefek hareketler olsa da zaman zaman, tüm derneklerimiz bu konuda bence, genel olarak çok zayıf. Herkes bilmeli ki fotoğraf yalnızca bir aracı sanat dalı olmalı derneklerde, hedef her zaman sosyal sorumluluk bağlamında çalışmalara imza atmak olmalıdır. Sırf güzel, estetik fotoğraflar üretelim diye derneklerde var olunmaz, üye olarak da, yönetici konumlarda olarak da. Ama genel durum tam tersi.
2019 yılı sonu itibarıyla İFSAK üyeliğinden istifa ettiniz ve şu anda hiçbir kuruluşun üyesi değilsiniz, sektöre küskünlüğünüz nedendir?
Bir küskünlüğüm yok. İlk sorunuza verdiğim yanıtın son cümlesinde “2022 yılından beri, bir arkadaşım ile birlikte Sinema ve Fotoğraf Üzerinden Kavramsal Fotoğraf Hikayeleri atölyelerini düzenlemekte ve Fotoğraf Bahane başlığı altında fotoğraf etkinlikleri düzenlemekteyiz.” diye belirtmiştim. Hala bağlantılarım sürüyor. İFSAK sonrası görüşüm şu, artık derneklere üyelik bağlamında bir birlikteliğim olmayacak. Ama, hem TFSF ile, hem derneklerle, hem de derneklere üye ya da değil fotoğrafçılarla ilişkilerim hep var olacak. Tabi bu var olma, bir önceki soruya verdiğim yanıtta belirttiğim gibi içinde sosyal sorumluluk ile bağlantılı olmak zorunda benim için. Ancak bazı kurum, kuruluş, derneklerle hiçbir zaman birlikteliğim olamaz. Ve yine hiçbir zaman bir Fotoğraf Yarışmasında Seçici Kurul üyesi de olmam. Ve tabi yine en genel tercihim her türlü gücü elinde bulunduranlardan olabildiğince uzak durmak.
Bir kavram üzerinden yola çıkarak fotoğraflar üretilmesi gerekliliğini savunuyorsunuz. Kavramsal fotoğraf hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
Fotoğraf anlamında belgesel ya da deneysel, nasıl fotoğraf üretiyorsanız üretin arkasında mutlaka bir kavram olmalı diyorum. Hangi sanat dalında uğraş veriyorsanız verin bu mutlaka olmalı. Bu çalışmaları yaparken sanat akımlarından her hangi birini de kullanabilirsiniz. Sırf estetik (estetik ne ise) olsun diye, sırf güzel diye (güzel ne ise) bir sanat ürünü ortaya çıkarılamaz. Sanatsal bir eser üzerine uğraş veren her kişi olabildiğince özgür olmalı, bu özgürlüğe yol alırken de mutlaka ve mutlaka bir kavram olmalı o yolda. Tabi kavram derken de laf olsun diye oluşturulmuş kavram demiyorum. İstanbul sokaklarında dolanıp fotoğraflar üretip, sonra da İstanbul’un Değişen Yüzü ya da İstanbul’da Kentsel Dönüşüm babında çalışmalar oldukça yavan kalır. Ya da yine orada burada dolanıp iş yapan kadınları fotoğraflayıp Kadın Hakları babında bir iş ortaya koymak da yavan kalır. Bir kavram üzerinden çalışma yapacaksanız mutlaka, o konu üzerine olabildiğince bilgi edinmelisiniz, gerekiyorsa kitap okumalısınız, varsa sanatsal çalışmaları incelemeli ya da film ise izlemeli ya da müzik ise dinlemelisiniz. Kavramsal çalıştım deyip, ben yaptım oldu diye orta yerlere çıkmak hiçbir zaman doğru değildir. Konu derin, söylenecek çok şey var, şimdilik burada keseyim.
Sizce fotoğraf sanatçısı arada bir aktarıcı mı olmalıdır, sanatçının egosunu fotoğrafın önüne çıkarmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir önceki bölümde verdiğim yanıtta belirttiğim gibi tüm incelemelerinizi yaparak bir kavram üzerinden bir fotoğraf çalışması yaptıysanız, (ara not: Bence bu mutlaka bir kitap ya da albümdür. Tek başına sergi uçar gider.) artık siz bir aktarıcısınızdır.
Sanatçı ya da değil bir takım çalışmalar yapan isimlerin mutlaka bir egosu olacaktır ama bu ego hiçbir zaman ön plana çıkmamalıdır. Çıkarsa belirli bir zaman sonra kişi egosu ile baş başa kalabilir.
Türkiye’de fotoğraf sanatçıları ve izleyicilerini nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye’de fotoğraf sanatının bir karşılığı var mı sizce?
Türkiye’de insanların, yukarıda yazdıklarım üzerinden, sanatçı olarak ya da izleyici olarak Dünya’daki diğer ülkelerdeki insanlardan çok farkı yok. Bazı ülkelerden biraz kötüdür, bazılarından biraz iyi. Ama yalnızca biraz. Öyle olduğunu her ülkenin seçimleri sonrasında oluşmuş yöneten kesimlerinde görüyoruz. Dünya yeterince kötü, Türkiye’de hakeza.
Türkiye’de fotoğraf sanatının bir karşılığı var mıdır diye soruyorsunuz. Belli kavramlar üzerinden fotoğraf üretmiş ve üretmeye devam edenler tabi ki Türkiye’de var. Ama çok mu diye de sorarsanız, ne yazık ki oldukça az. O az olan da ne kadar karşılığını buluyor, tam bir karşılığı var mı derseniz de bulamıyor ve yok derim. Ama bir gerçek var ki Dünya’nın sanatla bağlantılı belli sayıda bizden biraz fazladır, diğerleri bizden farklı durumda değildir.
Fotoğraf sanatını geçelim diğer sanat dallarının da Türkiye’de de pek fazla karşılığı yok, Dünya’daki birçok ülkede de. En popüler sanatlar Sinema ve Müzik. Orada da problemler bambaşka. Konular derin, konuş konuş bitmez. Derin ve acı.
Son kitabınız ‘Çayırköy’deki Unutkan Silahşorlar’ın içeriği nedir? Kitabınızda neler anlattınız?
Son demeyelim, zaten tek kitabım var. Kitap, yukarıda da belirttiğim gibi, Evrensel Kültür Dergisinden fotoğraf üzerine yazdığım 16 deneme yazısını içeriyor. Fotoğraf alanındaki, pek de hoş olmayan durum üzerine yazılar hepsi. Kitabın adının geldiği bölümün son sözünü aktarayım:
‘Onlar belleklerimizin bir yerlerinde yitip giden birer düşsel roman kahramanı idiler, bizler birer kör ve belleksiz silahşor.’
Benim bir bacağım da sinema diyorsunuz ve sinema ağırlıklı yazılar yayınlıyorsunuz. Sosyal medya üzerinden de her gün 11 film önerisinde bulunarak (neden 11?) muazzam bir arşivi paylaşıyorsunuz. Bu istikrar ve film arşiviniz hayranlık uyandırıcı. Sinemaya olan tutkunuz nereden geliyor?
Çocukluğumda sinemaya tutkuluydum. Çanakkale, Ayvacık’ta büyüdüm. Evimizin yanında Açık Hava Sineması vardı, Ayvacık Merkezde de Kapalı Sinema Salonu vardı. Özellikle yazın Açık Hava Sineması’nda her filmi izlerdik. Sonra İstanbul. Annem ve babamla birlikte film izlemeye giderdik, kimi zaman da kardeşlerimle. Ve tek kanal döneminde TRT’de oynatılan hiçbir filmi kaçırmazdım. Üniversite yıllarında da Gümüşssuyu’nda idi okulumuz, boş zamanlarımızda olabildiğince sinemaya giderdik. Mimar Sinan Üniversitesi’nin Balmumcu’daki Sinema Salonunda popüler kültürün dışındaki filmler sunulurdu, o salonunda üyesiydim. Ve 1983 yılında, ilerleyen yıllarda İstanbul Film Festivali’ne dönüşen İstanbul Sinema Günleri başladı, ilk yılından itibaren yıllarca iyi bir takipçisi oldum. Sonraki yıllarda da birçok festival oluştu, olabildiğince çoğunun takipçisi idim. Beğendiğim, ilgimi çeken tüm filmler genel olarak hatırımda kalır ve olabildiğince haklarındaki tüm bilgiler de.
Şu anda PsikeSinema dergisinin yazarıyım.
Yaklaşık dört yıldır, bir aksilik olmadıkça, her gün, belirlediğim konu başlıkları üzerinden sosyal medya üzerinde 11 film paylaşıyorum. 11’de asal sayı sevdamdan geliyor.
İlerleyen dönemlerde sosyal medya üzerinde yaptığım bu paylaşımlarla PsikeSinema dergisinde yazdığım yazıları bir araya getireceğim bir kitap hedefim bulunuyor.
Son olarak Türkiye sinemasını nasıl yorumluyorsunuz?
Hollywood Sineması’nı ayrı bir yerde tutarsak birkaç ülke hariç geriye kalan ülkelerde Sinema, hemen hemen Türkiye ile aynı düzeydedir. Türkiye’de yapılan filmlerin büyük bir kısmı popüler kültürün yansıması, onların dışında farklı filmler yapılmaya çalışıyor tabi. Bizim gibi ülkelerin çoğunda yapı aynı. Biraz farklı olan ülkeler olarak da İngiltere, İtalya, Fransa, İspanya, Çin, Almanya, Japonya’yı sayabiliriz. Bir de Dogma ile kendini aşan Danimarka eklenebilir bu ülkelere.
Geçmiş yıllara bakarsak da Ömer Lütfü Akad, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney, Ömer Kavur gibi isimler oldukça çarpıcı filmler üretmişlerdi. Belli bir dönem birçok yönetmen farklılık yarattı, birçok oyuncu güçlü oyunculuklar sundu, çok etkileyici senaryolar yazıldı ve önemli müzisyenler müzikleri ile katkı verdiler.
Bu ülkede, bir Vesikalı Yarim, bir Sevmek Zamanı, bir Ah Güzel İstanbul, bir Gurbet Kuşları, bir Otobüs Yolcuları gibi film yapılmıştı 60’lı yıllarda. Ve film yapma şartları oldukça zor iken.