Son yıllarda uluslararası alanda kuvvet kullanımının gitgide arttığını görmekteyiz. Peki, neden böyle oluyor? İnsanlık Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını halen unutmamışken, soğuk savaşla birlikte ona eşlik eden nükleer silah teknolojisiyle birlikte gelen dehşet dengesi daha bugün gibi aklımızdayken ve nükleer silahların yanında kimyasal, biyolojik vb silahların yıkıcılığı insanlığın göğüsleyemeceği kadar artmışken, neden etrafımızda sürekli bombalar patlıyor, binlerce, onbinlerce insan ne olduğunu bile anlamadan korkunç şekilde canveriyor, sakat kalıyor yerlerinden yurtlarından oluyor, insanca yaşama standartlarından yoksun kalıyorlar. Bunun çeşitli sebepleri var. Soğuk savaşın sona ermesiyle tek kutuplu bir yapının ortaya çıkışı, küreselleşmenin etkisini gitgide artırması ve bunların etkilediği, tetiklediği birçok oluşum var. Benim burada üzerinde durmak istediğim olgu terörizme karşı yapıldığı iddia edilen kuvvet kullanımlarıdır. Konuya açıklık getirmesi açısından kuvvet kullanmaya ilişkin hukuksal durumu kısaca açıklamaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz. 1914 öncesi, devletlerarasında savaşa başvurmak bir "egemenlik hakkı" olarak kabul edilmiş; "hayati çıkarların korunması", varlığını koruma", "meşru müdafaa" ve "zorunluluk hali" gibi kavramlar, aralarında bir fark olmaksızın, savaş yapma hakkı çerçevesinde sınırsız kuvvet kullanmaya yol açmış, bu bir doğal hak gibi algılanmıştır. Birinci Dünya Savaşıyla birlikte devletlerarasında kuvvet kullanma hakkına sınırlamalar getirilmeye çalışıldığını görüyoruz. En önemli çalışma da 1928 de yapılan Paris Paktı daha da çok Briand-Kellog Paktı olarak bilinen Genel Savaş Yasağı Sözleşmesidir. Paris Paktı; "uluslararası uyuşmazlıkların çözümü için kuvvete başvurulmasını" takbih ederek "ulusal politikanın bir aracı olarak savaşı" yasaklamaktadır. İkinci Dünya Savaşında yaşanan onca acılardan sonra kurulan BM'nin kuvvet kullanmaya ilişkin yaklaşımı ise BM Antlaşması madde 2/4 de ortaya çıkmaktadır. md. 2/4: "... üye devletler diğer, devletlerin toprak bütünlüğüne ve siyasal bağımsızlığına karşı kuvvet kullanma ve tehdidinden kaçınacaklar" şeklindedir BM dönemiyle birlikte yukarda belirttiğimiz üzere üye ülkelere karşı kuvvet kullanmak ve içişlerine karışmak uluslararası hukuk açısından yasaklanmış olup bunun tek istisnası ise BM Ant. Md. 51'de belirtilen meşru müdafaa hakkıdır. Uluslararası güvenlik mimarisi bu maddeler üzerine oturmuştur. İşte bugün en çok tartışılan, üzerinde oynanarak kuvvet kullanma hareketlerini meşru göstermeye çalıştıkları maddeler özellikle bu iki maddedir. Konuyu biraz daha açarsak: Md. 2/4'deki kuvvet kullanma yasağı, BM'nin uluslararası barış ve güvenliği etkili olarak korumasının olmazsa olmaz koşuludur. Bu maddedeki kuvvet kullanma yasağı geniş kapsamlı bir yasaktır. Burada tartışmaya konu olan iki unsur vardır. Bu da devletler uluslararası ilişkilerinde 1- diğer '...devletlerin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı...' ya da 2- '...BM amaçlarıyla bağdaşmaz şekilde...' kuvvet kullanmaktan kaçınacaklardır. Kuvvet kullanma yasağının tek istisnası olan BM Antlaşması 51. maddesi ise BM üyesi bir devlete karşı silahlı saldırıda bulunulduğunda, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla gerekli tedbirleri alana kadar saldırıya uğrayan devletin tek başına veya müştereken kuvvet kullanımına başvurabileceğini öngörmektedir. Bugün özellikle Amerika 51. maddeyi geniş yorumlamakta, terörist eylemlere karşı bir devlet, özel bir terörist eylemi desteklemese, örgütlemese ve teşvik etmese bile, sadece terörist eylemleri tolere etmesi nedeniyle bir "silahlı saldırı" gerçekleştirmiş saymaktadır. Bu doktrinin BM Antlaşması 51. maddede öngörülen "silahlı saldırı" kavramını karşılaması mümkün değildir. Amerika hararetli bir şekilde klasik uluslararası hukukun kuvvet kullanmaya ilişkin yapısının yetersiz kaldığını iddia etmekte "Bush Doktrini" olarak bilinen Ulusal Güvenlik Stratejisini klasik uluslararası hukukta kabul görmeyen önleyici-sezgisel/preemptive meşru müdafaa hakkına dayandırmaktadır. Önleyici meşru müdafaa hakkı uluslararası hukuk açısından yeni bir görüş değildir. 1980'lerde gündeme oturmuş olan "Reagan Doktrini"nde buna yakın görüşler vardır. Reagan Doktrini açısından kuvvet kullanma, sadece müdahaleye karşı müdahale değil, terörizme karşı ve demokrasinin yerleşmesi için uygun bir araçtı. Bu doktrin ile ABD kendini uluslararası hukuku icra etmesi için serbest bırakmakta, başka deyişle hukuku yürütmesi için ABD'yi hukuka hakim kılmaktaydı. "Bush Doktrini" daha da ileri giderek önleyici meşru müdafaa hakkını yalnızca "vukuu muhakkak" bir silahlı saldırı tehdidine karşı değil, bir saldırı varsayımına, potansiyel bir tehdide karşı önleyici tedbirleri hukuka uygun görmektedir. Bu doktrin ABD'yi açıkça diğer ülkelere karşı ihkak-ı hak (hukuku kendi başına uygulama) yetkisi vermekte uluslararası hukuku çiğnemektedir. Bu çerçevede sadece nükleer ve benzeri silahları kullanma veya tehdidinde bulunmaksızın, bu silahlara sahip olmak uluslararası hukuk açısından bir "silahlı saldırı" sayılamaz. Terörizmi önleyeceğim iddiasıyla BM md. 2/4 dışına çıkarak, intikam amaçlı misilleme niteliğindeki eylemler devletlerarasındaki çatışmaları tırmandırma riski taşımaktan, ayrım gözetmeyen bir zararla karşılık politikası gütmek teröristlerin amaçlarına hizmet etmekten başka şeye yaramaz.