Türkiye’nin ilk milli S/İHA Sistemi Bayraktar TB2’nin mimarı olan Baykar Teknik Müdürü ve T3 Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Selçuk Bayraktar’ı bilmeyen yoktur. Türkiye’nin savunma sanayiini neredeyse sıfır seviyesinden dünyanın en iyileri arasına taşıyan Bayraktar, geçen hafta batıdan ilginç bir tepki aldı.

İTÜ’de öğrenim gördüğü yıllarda University of Pennsylvania’nın (UPenn) GRASP laboratuvarından staj ve yüksek lisans eğitimine kabul edilen, daha sonra da kısa adı MIT olan Massachusetts Institute of Technology’den burslu yüksek lisans-doktora teklifi alıp İnsansız Helikopter Sistemlerine agresif manevra yapma kabiliyeti kazandıracak otomatik uçuş kontrol algoritmaları alanında çalışmalar yürüten Bayraktar 2007’de Türkiye’ye geldikten sonra adeta dünyanın aklını başından aldı. İHA ve SİHA’lar başta olmak üzere; dosta güven, düşmana korku veren harp teknolojilerine imza atan Bayraktar’ın MIT’teki hocası İsveç kökenli ABD'li fizik profesörü Max Tegmark geçen hafta “Selçuk Bayraktar'a burada eğitim verdiğimiz için utanıyorum” diyerek pişmanlığını ortaya döktü.

Görevi bilim insanı yetiştirmek olan bir profesör çok başarılı olduğunu gördüğü bir öğrencisinden sizce neden pişmanlık duyar? Çünkü daha önce sadece 56 olan Türk savunma sanayii şirketlerinin sayısı son 20 yılda bin 500’e yükseldi ve en büyük 100 savunma sanayii şirketi arasında Türkiye’den 7 şirket varken, Almanya’dan sadece 3 tane var. Bu tespitler bize değil, Tegmark’ın röportaj verdiği Alman gazetesine ait.

Amerikalı profesörün pişmanlığı aslında başka anlamlar da içeriyor. Bilindiği gibi başta Amerika olmak üzere batılı ülkeler pek çok üniversite ve vakıf aracılığı ile burslar sağlayıp zeka seviyesi yüksek öğrencileri uhdelerine alıyor. Ve Tegmark’ın pişmanlığından da anlaşılıyor ki, yetiştirdikleri öğrencilerin, bilgi ve birikimlerini ülkelerinde değil, kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanmalarını şart koşuyorlar.

**

KAVALA, KABAŞ VE ALMAN DW?

Gazeteci Sedef Kabaş geçen hafta bir televizyon kanalında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik ağır hakaretler içeren sözler sarf ettikten sonra gözaltına alındı ve çıkarıldığı mahkeme tarafından da tutuklanarak cezaevine gönderildi. Kabaş, hâkim huzuruna çıkınca, programda sarf ettiği ifadelerin atasözü olduğunu savundu ve "Sözün orijinali bir atasözüdür. Hatta sözün orijinalini de değiştirerek sarf ettim. Sayın Cumhurbaşkanı'nı hedef alarak kullanmadım” dedi. Oysa programı izleyen herkes, galiz ifadelerin Cumhurbaşkanını aşağılamak üzere kullanıldığını gördü.

Kabaş hadisesi, hakaret fiilinden başka yönleriyle de önem yaşıyor. 

Birincisi Kabaş’ın, hakaret içeriği taşıyan bir atasözünü yumuşatarak kullandığını ama Cumhurbaşkanını hedef almadığını iddia etmesidir. Bu da sözlerin hakaret taşıdığının kabulüdür.

İkincisi ise Kabaş’ın “Cumhurbaşkanını kast etmedim” diyerek, aslında hakaret içerikli sözler söylediğini kabul etmesine rağmen Erdoğan karşıtı muhalefetin işi basın özgürlüğüne bağlamaya çalışma gayretidir. CHP’li Özgür Özel’in “Cumhurbaşkanına hakaretin TCK’dan kaldırılmasına yönelik” hazırladığı kanun teklifine de bakınca muhalefetin nasıl bir siyaset anlayışını meydanlara dökme eğiliminde olduğunu görmek mümkün. Değil cumhurbaşkanı; sıradan bir vatandaşın dahi hakarete uğratılmaması gereken toplumda, ülkeyi yönetmeye talip olanların “hakareti suç sınıfından çıkarma girişiminde bulunması” zihniyet deformasyonundan başka bir şey olmasa gerek.

Üçüncüsü; Soğuk Savaş döneminde Almanya'nın Sesi adıyla bilinen, Bonn ve Berlin kentlerinden yurt dışına 30 farklı dilde radyo, televizyon ve internet üzerinden yayın yapan medya kuruluşu Deutsche Welle’in (DW) “Sedef Kabaş hakkındaki tutuklama kararının altında imzası bulunan İstanbul 10. Sulh Ceza Hâkimi Furkan Bilgehan Ertem'in aynı zamanda Osman Kavala'yı casusluk iddiasıyla tutuklayan hâkim olduğu ortaya çıktı” şeklinde manipülatif bir haber yayınlamasıydı. 

Kavala, Kabaş ve Alman DW?

Kabaş’ın gözaltına alınıp götürülürken kameraların kadrajına girdiği sırada, serbest olan ellerini arkasına alıp kelepçeli pozu verme bilincini taşıması, çalışılmış bir senaryonun uygulandığını gösterdi.

Dördüncüsüne gelince… Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1990’lı yıllarda milli duygular ihtiva eden bir şiir okuması üzerine görevden alınıp cezaevine gönderilmesine atıfta bulunarak Kabaş’ı buradan savunmaya yeltenen siyasetçiler oldu. Yüksek düzeyde hakaret içeren kaba sözleri, milli hisler taşıyan şiirle aynı kefeye koyanları hangi kefeye koymak gerek acaba?

**

İLK ELEKTRİK FATURALARI YÜREKLERİ TİTRETTİ

Enerji alanında dünyadaki sıkıntılar belli ama fiyatların vatandaş üzerinde oluşturduğu psikolojik baskı giderek yükseliyor. 2022 yılının ilk elektrik faturaları da ciddi anlamda rahatsızlık uyandırdı. Bilhassa fiyatlandırma usulüne dair yapılan ciddi eleştirilen dikkate alınması gerekiyor. Örnek vermek gerekirse;  70 metrekare bir evde yaşayıp salgın nedeniyle misafir kabul etmeyen ve sosyalitesini televizyon seyretmekle sınırlayıp fırın vs. gibi cihazlarla tüketim yapmayan bir aileye 350 lira elektrik faturası gelmesi hükümetin başını ciddi anlamda ağrıtacak gibi görünüyor.

Bir de mart ayı sonrasında yapılacak olan doğalgaz destek yardımları var… Keşke hiç telaffuz edilmeseydi! Zira doğalgazın yoğun olarak tüketildiği kış ayları bittikten sonra yapılacak yardımlar vatandaşta memnuniyet uyandırmayacak hatta eleştiriler için ciddi bir malzeme haline getirilecektir.

Ve hayatın her safhasında etkin olan elektrik, doğalgaz, akaryakıt gibi enerji fiyatlarının; pazar tezgâhlarına motorlu araçla sevk edilen maydanoz fiyatlarının dahi artışına sebep olacağını da dikkate almak gerekiyor. Dövizde düşüş sağlanmasına rağmen akaryakıt istasyonlarında gün aşırı zamlar uygulanması halkı tedirgin eden bir durum olarak karşımıza çıkıyor.

Ve vatandaş, raflarından binlerce çeşit ürün olan marketlerin “40 kalem, 50 kalem üründe indirime gittik” şeklindeki masalına artık inanmıyor.

**