Bizim insanımızın dünyaya bakış açısı, dar bir çerçevenin dışına çıkmaz. Çünkü, bu düşünce onda bir ideal halini almış, dünyaya tepeden bakmak alışkanlığı ise, her geçen yıl, biraz daha köklü bir inanç halini almıştır!... Bu nasıl bir inançtır ve bütün bir Milleti ağları arasına almaya kalkışmasındaki güç nereden kaynaklanmaktadır?... 
Bütün bu suallerin cevaplarını bulmaya çalışılırken, tabii olarak yorulduğunuz zaman; çocukların dünyasına dalarak, romantizmin pembe düşlerine dalarak, ruhen yorgunluk atmak isteriz. Ancak, tamamen maddileşmiş bir dünyada, böyle bir hayale asla yer olmadığını acı da olsa anlayabilmemiz, bizleri acı, hem de pek acı bir gerçekle karşı, karşıya getirir: Evet! Deniz bitmiştir!... 
Mor tonları ağır basan böylesine bir ruhsuz yaşantıya nasıl düştüğümüzü bulmaya çalışırken, ikinci bir acı gerçek, bizleri uyarmaktadır: (Ey, Ademoğlu! Sen ki, manevi dünyadaki inanç ve huzuru, maddi alemin iğrenç pençelerine teslim ettin. İşte o andan itibaren asıl kimliğini istemeyerek de olsa şeytana teslim etmiş olmaktasın ve o eski huzurlu dünyanın geri getirilmesi de pek zor olduğundan, böylesi bir aleme razı olmaya mecbursun!...)
Bizim milli karakterimizdeki başlıca yanlış, sadece “Zaferlerimize yer verip, mağlubiyetlerimiz ile yanlışlarımızı, hiç mi hiç hatırlamamaya çalışmamız” olmuş ve olmakta berdevamdır. 
Halbuki, geçmişteki, mağlubiyet ve yanlışlarımızı hatırlamak, bizlere ibret alınacak düzeyde dersler sunacak ve öylesi hatalara bir daha düşmemek için, mazimizdeki yanlışlarımızdan ders alabilmiş isek, yarınlarımızı daha sağlam fikirlerle karşılayacağımızdan kimsenin şüphesi olmamalıdır. 
Ancak, Devletimizin idarecileri bunun tam tersi hareket etmiş, asırlara dayanan muazzam tarihimizden sadece başarı sağlananlarla, askeri zaferlerden müteşekkil olanları günümüz nesillerine aktarmışlardır. 
Böyle bir durumda, yeni nesillerimizin bilgi açısından elde ettiğine karşılık, neler vermiş olduğu ciddi bir münazara konusudur!... 
Bir millet ki, sadece övünç verici mazisi ile yaşamayı, tarihi bütünlüğüne eş tutar. Öyle bir milletin yarınları meçhullerle dolu demektir ki, böyle bir durumda başarılı olabilmesini beklemek rüya görmekten ileri gitmez!... 
Herhangi bir millet yanlışıyla, doğrusuyla bir bütün olarak tarihine sahip çıkmazsa, öyle bir milletin yarınları meçhuller girdabında çırpınır durur.... 
Bir misal olarak, tarihi Eyüp semtinde zuhur etmiş bulunan meşhur “Kaymakçılar Vak’ası”nı veriyoruz. Bu vak’anın zuhuru döneminden söz edildiği zaman, “Azınlıklar” ve “Devşirme” olduğu dikkate alınıp, acımasızca eleştirilen, ünlü Vezir-i Â’zam Sokullulu Mehmed Paşa döneminde (570’li yıllar) zuhur etmiş meşhur “Kaymakçılar Vak’ası”, konumuzla alâkalı en uygun misallerin başında gelenlerdendir. 
Çünkü, Osmanlı Hanedanına karşı olan bazı zavallı kalemler, tarihi tahrifle, Hanedanı düşürmeye çalışmış ve bu uğurda akla gelmedik entrikalara başvurmuşlardır.
Kanuni Sultan I. Süleyman Han’dan yadigar bir eşsiz Vezir olmakla, nice hizmetler sunmuş ve paha biçilmez hizmetleri yanı sıra; “İnebahtı Deniz Savaşı” bahsinde Venedik Elçisi Barbaro’ya verdiği tarihi cevap, onun vatanperverliği hakkında en açık belge olmuştur ki, aynen geçiyoruz: 
(-: Siz Donanmamızı mağlup etmekle, 
Sakalımızı tıraş etmiş oldunuz. 
Biz sizden bir Krallık yer alarak kolunuzu kestik “Kıbrıs Adası” 
Kesilmiş kol yerine gelmez. Lâkin, tıraş edilen sakal 
Daha gür çıkar!) 
MEŞHUR VAK’ANIN ÖZETİ
Hikâyesi günümüze kadar ulaşmış ve hemen bir çok kalem erbabı tarafından sadece bir yönüyle günümüz insanına aktarılmış meşhur “KAYMAKÇILAR VAK’ASI’NIN” aslı ise özetle şudur: 
Eyüp İlçesinde ikamet eden “Bulgar asıllı Sütçülerin” imal ettikleri “Kaymak ve Yoğurt” İstanbul’un hemen her tarafına nam salmış ve bütün semtlerden Eyüp Sultan İlçesine gelerek: Eyüp Sultan Veli Hazretlerini ziyaret eden, hanımların büyük çoğunluğu, bilahare semtin meşhur Sütçü dükkânlarına uğrayıp; hem kaymak yemekte ve hem de yorgunluk atmaktaydılar. 
Bulgar Mandıralarında hazırlanıp, yine Bulgar Sütçüler tarafından çalıştırılan “Sütçü ve Muhallebici” arası dükkânlarda İstanbul halkına sunulan, halis süt ürünü kaymak, hemen her İstanbul Hanımı tarafından muhakkak alınır ve komşuların ricaları da ihmal edilmez ve birlikte götürülürdü. 
Ancak, bazı kötü emelli, ruhları karanlık kimseler, bu durumdan yararlanıp, bir takım kötü emellerini tatbike koyulmuşlar, aracı olarak kullandıkları iffetsiz kadınlar sayesinde, kandırabildikleri ev hanımlarının bazılarını, diledikleri batağa sürükleyebilmiş, “fuhuş pazarlamalarında” hayli genç masum kadın kandırabilmişlerdi... 
(1800-1905) arası ise, bir başka Bulgar Çiçekçi devreye girmiş, kandırabildiği gençlere işret sofraları kurarak, sabahlara kadar alem yapmalarını sağlamıştı. 
İşret sofralarının baş müdavimleri ise kayıtlara göre şu ipsizlermiş: “Vehbi Pehlivan, Yemenici İbrahim, Kör Rıza, Topçular’lı, Arabacı Murad.” 1567 yılında, mezkûr densizliklere öğrenen ve daha sonra, Padişah II. Selim; “8 Mart 1567” tarihinde, Eyüp Sultan’da türbeleri ziyaret ettiğinde, şikayet edenlerden öğrendiklerine dair, bir Ferman yazmayı düşünürken, ikinci bir Fermana daha ihtiyaç olduğuna dair kanaat getirerek: “25 Mayıs 1573” tarihinde ikinci bir Ferman daha göndermişti. Eyüp Sultan Kadısı’na gönderilen İkinci Ferman’ın muhtevası ise özetle şuydu: 
(... Camiî Kebir Mahallesinde yeni yapılmış olan Medrese ve Mektep yanındaki Dükkânların, Ekmekçi Fırınları ve Bostanların ekserisinde “Kefere taifesi” bulunup, günah işleyip, zina etmek, kaval çalıp dost edinerek, Ezan’ı Şerif’e mani olurlarmış. Diye Müslümanlar haber verdiklerinde buyurdum ki; Bundan sonra oradaki Dükkânlarda ve Bostanlar’da, “Kefere tâifesi” bulundurmayıp; Cümlesi çıkarıp o dükkân ve bostanları, Müslümanlara veresin, dikkat ve ihtimamda dakika fevt etmeyesin.) 
<devam edecek>
BİR BEDEL ÖDENİYOR AMA!...
Sabah erken saatlerde gazete haberlerini gözden geçireyim dedim ama, hem dedim, hem de pişman oldum?!!!... 
“MİLLİYET” baş sayfadan büyük puntolarla geçmiş: 
(Dağlıca’da hain pusu!) 
Pusu, Pusu’dur. Haini, dürüstü olmaz! PKK’nın uyguladığı açıkça “Gerilla savaşıdır.” Ve bizler oturmuş; İktidara geçebilme savaşı vermekteyiz. Hem de kıran, kırana... 
Kendi makalemi yarım bırakarak, bu uğursuz hadiseye eğilmeyi daha mantıki buldum!... 
Parlamentomuz adeta bir “arena, bir gladyatör” membaına dönüşmüş; “İktidar da Muhalefet Partileri de” tek bir hedefe odaklanmış: “İktidar!” 
Ülkemiz düşmanları için, bu durumdan daha elverişli bir saldırı ortamı olabilir mi?... Hiç sanmıyorum!... 
Kendinize dönün Efendiler, kendinize! Aziz Milletimiz; canını, malını ve canından ziyade değer verdiği mukaddes topraklarını sizlerin değerli himayelerine teslim etmiş olduğunu bir tarafa bırakarak sizleri izlemektedir ve izledikçe de, sadece üzülmemekte, aynı zamanda da yarılarından endişe duymaktadır!... 
Değerli Parlamenterlerimiz! Lütfen kıran, kırana kavgayı bir yana iterek, topyekun birleşmeye, yekvücut olmaya bakın. Zira, zaman içinde gelişen muazzam hadiseler, bizlerin “Koltuk kavgasına” son verebilecek boyutlara erişmiştir... 
Bizler, yani aziz Milletimiz; ne seçim ve ne de ara seçim istememekte. Onun yegane isteği, Parlamentomuzun; “İktidarıyla, Muhalefetiyle tek yürek, tek ses olabilmesidir!...” 
Evet! Bir bedel ödeniyor ama; bunu ödeyen; PKK mı yoksa bizler miyiz! İşte bütün mesele bu noktadadır!... Dış dünya bizleri, daha doğrusu Türkiye’yi iç kavgalarla, dış alemi göremez duruma gelmiş olduğunu ve bu sebeple, Türkiye’yi daha da zayıf duruma getirebilmek için: “İçten ve Dıştan” yıkıcı kumpaslar kurulmasının şart olduğunu bilmekte ve ona göre, bir takım entrikalar çevirmektedir!... 
Saygıdeğer İdarecilerimiz ve saygıdeğer Parlamentomuz! Öyle bir dönem geçirmekteyiz ki, “Koltuk kavgaları” sadece düşmanlarımızın işine yaramaktadır. 
Bizlerin bir an evvel, bir araya gelerek yek vücut olmamız elzemdir! Aksi takdirde, yarınlarda pek ağır bir bedel bizleri bekleyecektir!... 
Bizden söylemesi, saygılarımızla.