En sıskasından bir iplikle devasa bir kale ördüğünüzü hayal edin. 
Plastik bir çatalla savaşa girip, onlarca kiloluk zırhlara karşı koymaya çalıştığınızı... 
Sonsuzluk diyarında her gün yeniden öldüğünüzü tasavvur edin mesela.
Sigara küllerinden yepyeni bir kalp inşa edin; ılık bir üflemeyle tuz buz olan… 
Akmayan, akamayan bir gözyaşı, yaşayan bir ceset ya da ağırbaşlı bir cinnet olun. 
Kulakları duymayan birine en güzel şarkıları mırıldandığınızı hayal edin. 
Çaresizliğin vurdumduymazlıkla kavgalarına şahit olun. 
Mürekkebi bitmiş bir kalemle, bakire cümlelerinizi yazın kirli parşömen parçalarına… 
Çığlıklar atın ağzınızı gram kıpırdatmadan. 
Hayranı; kendi kulakları olan bir şair, insanlardan kaçan bir evsiz yahut bütün ruhuyla korkunun ta kendisi olun. 
Bir türlü bitirilemeyen sıkıcı bir kitap olun veya… 
Yağmurdan nefret eden bir şemsiye oluverin.
İnanmayı değil inanmak istemeyi düşünün. En ağırı da budur çünkü... Her bir çiziğinde kalıcı izler bırakır. Acımasızca yakar. Yandıkça yanmak istersiniz. Her yanışınızda dirilip, tekrar ateşle kucaklaşırsınız.
Her şeye rağmen gülü sevin. Dikenine de katlanın! 
Bekleyin. Lakin beklentiniz olmasın!  
Kin olun, nefret olun, muhabbet olun, iyi olun, kötü olun, çirkin olun, yalnız olun! Sevgi uğruna ne olabiliyorsanız olun. Fakat bu uğurda ne benliğinizi kaybedin ne de benliğinizin esiri olun!
Çünkü hüner ‘’olabilmek’’te gizlidir… 
Hüner; hissedebilmektir.  Yoklukta varlığı hissetmek, varlıkta yokluğu bulmaktır. Selp etmek değil celp etmektir. Hatırlamak değil, unutmamaktır. 
Var gücüyle ‘’olmak’’, batın ile zahir arasında sıkışıp buhrana kapılmadan ‘’olan’’ı temaşa edebilmektir. 
Sonuç itibariyle, tüm bunları düşünürken ya da ne olacaksanız ‘’olurken’’ hissettikleriniz; bütün bir cisim ve maneviyat dahilinde sevginin ayinesidir. Sevgi; kendini bırakmaktır. Ama bu, kör ve cahil bir bırakış değil; aksine duyumsayan bir bırakış olmalıdır. Sorgulamadan, bilmeden, anlamadan, görmeden, duymadan yaşayabilmek ama bir o kadar da her şeyin farkında olarak nefes tüketebilmektir.
 ‘’O olmadan yaşayamam!’’ demek hakiki sevginin yordamına terstir. Bu aciz lafız ile temellenen, sevgi değil; ateşle yüzleşmemiş bir çamur kıvamında, rolü büyütülmüş basit ve sefil bir alışkanlıktır. Herkes pekala ''o'' olmadan yaşayabilir.(?)
Fakat belirtilmesi gereken; ayrıma muhtaç ve buraya kadar -sevginin en can acıtıcı taraflarını göz önünde bulundurarak- yazdığım bütün duygu betimlemelerini değişken ya da anlamsız kılabilecek kıymetli bir mesele mevcuttur. 
‘’O’’ lafzından kasıt ‘’olan’’ değil de; sevgiyi, olmayı, bırakışı, duyuşu, selbi, celbi, buhranı, (var)ı, (yok)u, her şeyi Yaratan ise; ‘’hakikat’’ de ‘’yordam’’ da ‘’acziyet’’ de ‘’sefalet’’ de  -köklerinde hiçbir noksanlık barındırmadan- ruh ve mana itibariyle külliyen değişip müşerref olur. Sevginin olanca ıstırabı, aidiyeti, acziyeti, sefaleti, korkusu ve de her şeyden önce özü; üstün ve şeksiz bir nedene; ‘’Nedenlerin Nedeni’’ne bağlanarak ruhsuzluktan kurtulup, ‘’Olduran’’a kavuşturucu, kutlu birer vesile haline gelerek anlam kazanır.