Zira, bilhassa son yıllarda Orta-Doğu’yu adeta hallaç pamuğuna çeviren ABD ve İsrail, nasıl arzu ediyorlarsa, öyle hareket etmekte ve diledikleri gibi at koşturmaktadırlar.... Peki, bu bir yerde meşru sayılmaktadır da, niçin başka devletlerin aynı maksatla meydana getirdikleri işgal veya ikaz maiyetindeki ültimatomları şiddetle eleştiriye geçiliyor ve de uluslar arası ambargo ya da savaş tehditiyle yola getirilmeye çalışılıyor ki, bu meselede NATO Silâhlı Kuvvetleri en müessir güç olarak senoryadaki yerini alıyor?!...
Bilindiği gibi NATO bilhassa soğuk savaş yıllarında doğu blokuna karşı meydana getirilmiş bir Batı gücü idi. Ancak son yıllardaki dünya meselelerinde ABD yanlısı bir tutum sergileyerek; ABD’nin bir yerde uydusu sayılan ülkelerce, meydana getirilmiş bir kuruluş olduğu açıklık kazanmış ve bilhasa bu son Rusya ve Ukrayna anlaşmazlığında asıl rengi görülebilmiştir....
Mesele nedir? Mesele şudur: Rusya ve batı yanlısı Ukrayna arasında siyasî maksat güdülen bir anlaşmazlık zuhur etmiş ve Federal Rusya fiili harekete geçebileceği ikazında bulununca, ABD derhal devreye girmiş ve ABD’nin bu meselede ciddi manada eğildiğini ispat için bir Savaş Gemisi’ni Karadeniz’e göndermiş olduğunu basınımızdan öğrenmiş durumdayız.
Federal Rusya mı haklı, Ukrayna mı haklı? Biz bu nokta üzerinde durmuyor ve bizleri hayati açıdan alakadar eden asıl konumuza geçiyoruz!...
Bilindiği gibi geçtiğimiz yıllarda Federal Rusya ve Gürcistan arasındaki sıcak sürtüşmelere ABD’de müdahale etmiş ve buna rağmen sürtüşmede galip çıkan Federal Rusya olmuş ve böylece Gürcistan’ın ABD’ye olan güveni hayli sarsılmıştı.
Şimdi bu meselede de aynı senaryo sahnelenebilir ve iki süper Devlet arasında zuhur eden anlaşmazlık temenni ederim ki, bir Ukrayna aşkına silâhlı çatışmaya dönüşmeden bir hâl yoluna bağlanabilsin!..
Basında neler okuyoruz: (Obama sert çıktı! Jetlerimiz Rus casus uçağını ikaz ederek uzaklaştırdı vs.)
Peki, Sayın Obama sert çıkmış olabilir. Sayın Putin’in cevabı ne olmuştur???.. ABD Devlet Başkanı Sayın Obama, her ne söylerse söylesin, öncelikle ABD’yi alakadar eder. Diğer taraftan, her iki süper devletin Liderleri tarafından verilen demeçler ise hemen hepimizi, yani bütün dünyayı alakadar eder.. Çünkü, ucunda Allah korusun bir savaşa gitme tehlikesi olabilir!... Böyle bir durumda, bütün dünya, ABD’nin “Millî çıkarları” uğruna harcanıp gider... Dolayısıyla bizler yani Türk milleti, bir bütün olarak şu suali günümüz Hükûmeti ile Muhalefet Partilerimize sormak hakkına haiz olduğumuzdan soruyoruz: Saygıdeğer büyüklerimiz, bu anlaşmazlık meselesinde bizlerin yani Türkiye’nin doğrudan taraf olarak meselenin merkezine atlamasını katiyetle istememekteyiz ve zaten İncirlik Hava Üssümüzde ABD’nin “Atom başlıklı” füzelerinin bulunması bir Rus saldırısında birinci derecede hedef teşkil edeceğinden kimsenin şüphesi yoktur!...
Bu meselede Türkiye’nin aynen “İkinci Cihan Harbi”nde uyguladığı dış politikasının bu dönemde de uygulaması en akılcı rol olacaktır inancındayız!...
Hiç mi hiç unutmayalım “İkinci Cihan Harbinde” devrin hükûmeti nasıl bir politika izlemiş ise, günümüzde de aynı politikayı uygulamamız şartta değil, katiyetle elzemdir!
Niçin elzemdir? Çünkü, Batı aleminin günümüzde de gözü doğrudan İstanbul’dadır. Hâl böyle iken, bizlerin bir Cihan Harbi tehlikesinin burnumuzun ucunda olduğu bir dönemde, kalkıp da ABD hesabına bir takım askeri manevralara girişmemiz, hiç de hoş görülmemektedir!..
ABD: Şu hususu artık kabullenmek mecburiyetindedir. Cihan milletleri: (1945-1960)lı yılları değil, günümüzdeki “Korsan görüşlü” (2014) devri yaşamaktadır. Bilen bilir, korsan kanununda “Dostluk, kardeşlik ve bilhassa (müttefiklik)” gibi hayati faktörlere asla yer yoktur ve bu ortamın meydana gelmesinde başlıca rol oynayan bizzat kendileri olmuştur. (1945-1965) yılları ABD ve Kızıl Rusya’nın Avrupa kıtasına bakış açıları ve ayak bastıklarında meydana getirdikleri iğrenç davranışlar, bilhassa Sovyet Orduları’nın akla gelmedik vahşetler sergilemesi, Avrupa medeniyetini temelden yok etmiştir...
Demem odur ki, Türkiye şu veya bu yakınlık dolayısıyla herhangi bir büyük savaşa asla girmemeli ve bu hususta da müttefiklerine umut verecek davranışlarda bulunmamalıdır.
Türkiye’nin katiyetle bilmesi lazım gelen şudur ki, aslında bildiği hâlde soydaşlık duyguları içinde istemeden bazı hatalara düşmektedir. Batılı emperyalistlerin Türkiye toprakları üzerindeki emelleri hâlâ varlığını sürdürmektedir ve bu sebeple bir şekilde Türkiye’yi herhangi bir büyük savaşa sürükleyebilmek için muhtelif kumpaslar kurulmaktadır...
Şimdi soruyoruz, hâl böyle iken Türk Parlamenterleri’nin bir bütün olarak Belediye seçimleri bahsinde “kafa, göz yarabilecek derecede” kendilerinden geçmeleri, hangi sebeple doğru görülebilir?...
Bizim üzerimizde bırakılan intiba aynen şudur: “Parlamenterlerimiz iktidar hırsın içinde millî meselelerine dahi bakamaz duruma gelmiş, elinde olmadan basiretsizleşerek, günümüzdeki kritik noktaya gelmiştir.” İşte Türkiye için en önemli husus budur. Karadeniz’deki post pazarlıkları değil...
1965’lerden itibaren meydana getirilmiş olan muhtelif senaryoların milletler sahnesine sürülmüş olması ve temcit pilavı gibi hep aynı oyunun yeni vizyonlarının sahnelenmesi, insanoğlunun ne derece basiretsizleşmiş olduğunun en açık misalidir!...
Bizler, ABD’nin başında bir zencinin oluşuna aldanıp, ne adil ülke diye bir takım yanlışlara sürüklenmeyelim... Hiçbir zaman unutmayalım ki, bizim Devletimizi temsilen ABD’ye giden Cumhurbaşkanımız veya Başbakanımız hemen her daim ilk New-York’a gitmekte ve orada görüştükleri Musevi ileri gelenleri ile anlaştıktan sonra “Washington”a giderek, Beyaz-Saray tarafından kabul görmektedir. Bu hep böyle olmuştur ve bundan böyle de hep böyle olacaktır!...
Peki bu durum hiç değişmeyecek midir? diye sorulsa, cevabı şu olacaktır:
(Dünya üzerinden Musevi Hâkimiyeti kalkmadıkça, değişebilmesine imkân yoktur!) Musevilerin “güç ve kuvvetine” gelince. Cihan ülkeleri üzerindeki hâkimiyetlerini incelediğiniz zaman, asıl kuvvetlerini görebilirsiniz.
Bu duruma göre, bizim yani Türkiye’nin “Orta-Doğu” politikasında daha hassas davranması ve Orta-Doğu hâkimiyeti adına ABD’nin ve İsrail’in “Jandarmalığını” yapmaması, millî menfaatlerimiz icabıdır, çünkü bu durumu Arap dünyası gayet iyi bilmekte ve fakat bilmezden gelmektedir!...
Bütün bu hususlarda daha iyi düşünemememiz, doğrudan bizlere yani her devrin yeni nesillerine tarih, hem de Türk tarihi diye sadece kazanılan zaferlerden müteşekkil militarist kitaplar okutulmasından ileri gelmektedir.
Halbuki, Tarih: “Yanlışıyla, doğrusuyla bir bütün” teşkil eder. Ne bir eksik, ne bir fazla. Türkiye’nin güç kaynağının ilk yüksek tahsil gençliği ile Silâhlı Kuvvetleri olduğunu ve Türk insanının bu her iki unsurunu kendisinden dahi üstün tuttuğunu ve böylece hemen her Türk’ün, doğuştan askermiş gibi yetiştirildiğini bizlerden ziyade her an topraklarımıza sahip olabilme duygusuyla dopdolu. Batı dünyası, en büyük engel olarak Atatürk’ün kurmuş bulundukları devlet idare sistemini görmekte olup, ilk bu sistemi temelden kaldırabilme stratejisi üzerinde durdular.
Bilindiği gibi, Osmanlı-Türk Ordusu ile Devleti karşı karşıya getirebilecek çareler ararken, Sultan Abdülaziz devrinde Saray’a baş kaldırabilecek karaktere sahip bir Komutanlar zinciri meydana getirdiler. Gerçi denecektir ki, daha evvelki yıllarda da Padişahlara karşı hareketler yapılmış bu uğurda Padişah kellesi dahi alınmıştır. Bu doğrudur ancak, maksat değişiktir. Çünkü o trajik vakalar, sadece iktidar kavgası olmuştur ve hedef alınan taht değildir. Ne var ki, Sultan Abdülaziz devrinde durum tamamen tersi olarak, hedef alınan taht ve Padişah olmuş ve bir kukla Padişah ile Osmanlı Devletini tamamen ele geçirebilme stratejisi uygulanmıştır. Yani, siyaset askere bulaşmış ve yeni Komutanların hedefi sadece Padişah değil, aynı zamanda Osmanlı tahtıdır...
Nitekim, Sultan II. Abdülhamid Hân’ın tahtından edilmesinden sonra, İmparatorlu idaresi, Silâhlı Kuvvetler cenahından kazandıkları bazı Komutanlar desteğinde, İttihat ve Terakki Fırkası, Enver Paşa önderliğinde İmparatorluk idaresini tamamen ele geçirmişlerdi ki, gerisi zaten cümlemizce malûmdur.
1948’de kurulan İsrail Devleti’ni ilk tanıyan ülke biz olmuştuk. Buna rağmen Musevilerin “Siyonist” cenahı hiçbir zaman bizlere yakınlık göstermemiş ve tam tersi eline geçirdiği her fırsatta bizleri baltalamıştır... Günümüzde ise, Türkiye kanalından, Araplara ses duyurmak ve İsrail’in varlığını kabullenmelerini sağlamak istemektedirler. Ne var ki, Filistin başta olmak üzere Türkiye’nin diken üzerinde oturduğunu ve “hem Arapları ve hem de İsrail’i memnun kılabilmek için yeni, yeni planlar kurmaya çalıştığını” rahatlıkla bilmektedirler.
Araplar’ın buna rağmen pek ses çıkarmamalarının başlıca sebebi ise, Filistin meselesinde Araplar lehine çalışacağına bir nebze olsun inanç beslemelerinden ileri gelmektedir...
Gelelim bizlere; dış politikamızın “Orta-doğu meselesinde” nasıl bir rota çizeceğini kendimiz bile tam olarak kestirebilmiş değiliz!... Bu durum, bizlerin böylesi hayati meselelerde dahi son derece zorluklar içinde kıvrandığınız, hemen, hemen herkesçe malûmdur...
Türkiye’nin bu meselede seçebileceği başlıca hedef: “Tam bir sabırla geceli, gündüzlü didinerek, gayet güçlü bir Türkiye meydana getirebilmesidir.” Bunun başlıca çaresi ise; çok değil bir 50. Yıl kemerleri sıkarak her açıdan kalkınabilmek için var gücü ile çalışmak olmalıdır. Hiç şaşırmayın: 50. Yıl insan hayatında önemli bir dönemdir ama, ülkelerin varlığında ise tam tersi, hiç de önemli bir rakam değildir.
ABD, 1940’lı yıllardan itibaren, Dünya milletlerinin kaderleri üzerinde rol oynayabilme imkânları elde etmiş ve bunu dilediği gibi değerlendirmiştir. İkinci Cihan Harbi ise onun için en müessir silâh olmuş ve Mihver devletlere karşı olan hemen her ülke; ABD ile yakın münasebetler kurabilmek için hemen her yola başvurmuştur.
Ancak, ABD için çok büyük bir şans sayılabilecek bu altın ortamın, ABD hayati yönlerini değerlendirerek, rahatlıkla “Dünya Jandarmalığına” sahip çıkabilecek konuma gelebilecekti. Lakin, ne oldum delisine dönen ABD, adeta ne yapacağını şaşırıp, muhtelif ülkelerde ihtilâller çıkartarak, hükûmetler devirmiş, kendisine ters düşen Devlet Başkanlarını iftiralarla gözden düşürtmüş ve bazılarını da kendi halkına linç ettirmiştir...
Evet! Bugünkü ABD’nin açık görümünü budur. Hiç düşünülmesin! Günümüzdeki Ukrayna meselesinde Federal Rusya ile bir savaşı göze alabilmesine imkan yoktur. Çünkü, böyle bir davranış “Üçüncü Cihan Harbine” yol açmış olur ki, öyle bir savaşta ABD’nin de kazanacağı hiçbir nesne kalmaz, kalamaz! Bu durum, Federal Rusya için de aynı manaya gelir...
Avrupa milletlerinin ahlaki ve millî yapısını temelden bozan bir strateji uygulayıp, bu yolla Cihan Hâkimiyeti kuracağını sanan ABD tam tersi, kendi bocalar duruma gelmiştir...
Bizler, Rusların “Boğazlar meselesinde” çıban başı olduklarını bildiğimiz için ABD’nin saflarında yer almamızda öyle sanıyorum ki, kantarın topuzunu biraz kaçırmışız ve böylece ilk başlarda müttefikken, daha sonraları “himayesine ihtiyaç duyduğumuz” bir duruma gelmişiz. Bu niçin böyle olmuştur?... Böyle olmuştur çünkü, ABD bizleri, bilhassa sinemasıyla etkisi altına alarak, lüks yaşamanın güzelliklerini görmeye ve imrendirmeye çalışmış ve de Marşal yardımı çerçevesi içinde bizlere alışık olmadığımız bir hayatın kültürünü aşılamış, özellikle büyük şehir halkları mezkur aşının ilk kurbanları olmuş ve de böylece “Millet olma vasfımızı” yitirmeye başlamışız...
Merhum Adnan Menderes’in ülkeyi toparlayıp güçlü bir ortam meydana getirmeye çalışması o değerli insanın idamına yol açmış; “27 Mayıs 1960” Askeri darbenin etkisiyle harekete geçebilme imkânı bulan art niyetli kimseler; ilk Menderes Hükûmeti’nin yok edilmesiyle yola çıkarak, bilahare iç-emniyet kuvvetlerimizi ve bilahare yeraltı propagandalarıyla Silâhlı Kuvvetlerimizin bir şekilde halkımızdan uzaklaştırdıktan sonra, daha sonraki yıllarda yüksek dereceli komutanların bazılarını lekeleyerek hapse atmış ve milletin kalbinde yer alan itibarlarını hiç noktasına indirmişler ki, bizim bu satırları yazdığımız dakikalar içinde; ağır suçlamalarla yargılanan eski Geney-Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’a (26) ay eziyet çektirdikten sonra, “Anayasa Mahkemesi” kararı ile özgürlüğüne kavuşmuş ve ilk beyanatı şu olmuş: (Bu Kumpası kuranlar mutlaka ceza almalı!)
Sayın, Başbuğ Paşa; “suçlu muydu, suçsuz muydu” biz meselenin bu yönü üzerinde duracak değiliz. Zira bu hukuki bir meseledir. Bizim üzerinde durmak istediğimiz husus şudur: Devletimizin güç ve kuvvetinin başlıca kuruluşlarının en üst kademelerinin böylesi yaralar alması hiç de hayırlı olmamıştır!...
Saygıdeğer okuyucularım, inşallah yeni bir yazımda buluşabilmek umudu ile cümlenize hayırlı yarınlar diliyorum efendim. Hürmet ve saygılarımla.