27 MAYIS MÜDAHALESİ, BİR ZÜMREYE KARŞI YAPILMIŞTIR.

O ZÜMRE DE İKTİDARDA OLAN DEMOKRAT PARTİ VE ONUN MENSUPLARIDIR. 

Bugün 27 Mayıs 2019. Seçimle iktidara gelen Demokrat Parti Hükümetinin askeri müdahale ile görevden uzaklaştırılmasının 59. Yıldönümü. 27 Mayıs 1960 tarihi on yıllık Demokrat Parti iktidarını sonlandıran ve geride başta DP kurucuları olmak üzere tüm milletvekillerini, adeta siyaseti cezalandıran bir sürecin adıdır. O gün ve sonrasında yaşananlar Türk siyasetinin geleceğini derinden etkilemiş, sonraki süreçte askeri darbelerin yaşanmasının yolunu açmıştır. Demokrasimizi derinlemesine etkileyen bu olayın boyutlarını bize bugün Demokrat Parti ve Yassıada konularında uzman olan Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Tarih Bölüm Başkanı Sayın Doç. Dr. Zehra ASLAN değerlendirecek. 

RÖPORTAJ: DR. IŞIL TUNA

-Hocam öncelikle hoş geldiniz. Söyleşi teklifimi kırmayıp kabul ettiğiniz için şahsım ve Önce Vatan ailesi adına size teşekkür etmek istiyorum. 

Ben teşekkür ederim. 

-Demokrat Parti iktidara geldikten sonra politik tavrında bir değişiklik oldu mu?

1946-1950 yılları arasındaki şartlar ile 1950 yılından sonraki şartlar bambaşka. Bana kalırsa 1946-1950 arasında başka bir siyasi parti de DP gibi iktidarın karşında bu denli dik dursa yine iktidara gelecekti. Çünkü CHP’ye yönelik II. Dünya savaşı yılları sonrasında ciddi bir tepki var. O dönem yaşanan ekonomik sıkıntılar da bunları arttıracak boyutta. 1950 yılında DP iktidara geldiğinde her kesimden destek aldı. En önemli kazancı da buydu zaten. Asker de destek verdi. Hatta darbeci subayların bazılarının anılarını okuduğumda biz DP iktidarına destek olduk diyorlar. 

1950-1954 yılları arasını DP’nin altın yılları olarak ifade ediyorum. Gerek dış yardımların ekonomiye olumlu yansımaları gerek halka yakınlığı, üretim artması vs. Türkiye için gerçekten rüya gibi bir dört yıl. Doktora tezimi hazırlarken Trabzon’da Hürriyet Partisi Trabzon Teşkilatının Kurucusu Avukat Kemal Yılmaz ile görüşmüştüm. Ona “Trabzon’u DP’ye iten sebep neydi?” diye sormuştum. Çünkü 1950 seçimlerinde DP Trabzon’da kazanamamıştı. Bir anda 1954 seçimlerinde sildi süpürdü. Dedi ki “DP iktidara gelir gelmez ilk olarak milletin karnını doyurdu. Limana gemilerle buğday yüklü gemiler getirtti ve çok ucuz fiyata dağıttı. Açlığı giderdi. Temel bu. DP’liler yolu olmayan yerlere kadar gittiler. Halk buna alışkın değildi”. 

Yılmaz’ın bu noktada haklılığı vardır. CHP bir bürokrat partisiydi. DP, alışık olunmayan bir siyasi anlayış getirdi. Halkın gerçek manada iktidara ortak olduğu ön planda olduğu bir anlayıştan söz ediyorum. 1950-1954 arası DP bunu iyi kullandı.  

1950-1954 yılında DP, muhalefetteyken vadettiği vaatlerinin birçoğunu uygulamıştır. 2 Mayıs 1954’te gelen büyük zafer o uygulamaların sonucudur. Parlamentoda muhalefetin silindiği bir meclis aritmetiği ortaya çıktı. Dış politikada da başarılı hamleleri var. CHP döneminde müracaat edilip girilemeyen NATOYA giriliyor. Sovyetlere karşı batı ittifaklarına destek veriyor. 

Ekonomideki politikalar, siyasi desteğin temelidir. 1954-1955 yılında Anadolu’da müthiş bir kuraklık var. Türkiye ne kadar sanayileşme hamleleri başlatmışsa da şu bir gerçek ki tamamıyla ekonomisi tarıma dayalıdır. Tarım ürünleri ihraç ediyoruz. Şimdi bu durumda kuraklıktan sonra ihraç ürünlerini ithal etmeye mecbur kalıyorsunuz. Dışarıdan kredi arayışlarınız artıyor. Bir süre sora alınan borçları ödeyememeye başlıyorsunuz. Sanayileşme hamlelerini durdurmaya zorlanıyorsunuz. Ekonomik sıkıntılar tabana da yansıyor. Tepkilere karşı bir politika üretemeyince daha korumacı davranıyorsunuz. DP, eleştirilere muhalefet yıllarındaki gibi liberal bakamadı ve bunları olgunlukla karşılayamadı. Parti içindeki eleştiriler için de geçerlidir bu. 

-27 Mayıs 1960 öncesinde Türkiye’deki siyasi atmosfer nasıldı? Bu konuda bilgi verir misiniz?

Tek kelimeyle “gergindi”. 

Bana göre, 21 Temmuz 1946 seçimleri sonrası Türkiye, başarılı bir demokrasi sınavı vermiştir. Bu başarılı sınav 14 Mayıs 1950 seçimleri ile taçlandırıldı. 1950-54 yılları Demokrat Parti’nin ilk iktidar dönemi. Genellikle toplumsal kesimler, bu dönemdeki uygulamalardan (bilhassa ekonomik gelişmelerden) memnundur. Fakat madalyonun bir de öteki yüzüne bakalım. İleride Demokrat Parti mensuplarının karşısına çıkartılan uygulamalardan bazıları bu dönemin ürünüdür. CHP’nin mallarına el konulmasından, Köy Enstitülerinin öğretmen okullarına dönüştürülmelerinden, Halkevleri ve Halkodalarının kapatılmasından söz etmiyorum sadece. 

Rus klasiklerinin okul kütüphanelerinde bulundurulmaması gibi ilginç bir uygulama, Kore’ye asker gönderilme kararının Meclise danışılmadan alınması gibi tuhaf durumlar var. Sonra Millet Partisi ki Demokrat Parti’nin içinden kopmuştur, mahkeme kararıyla kapatılıyor. Ticani Tarikatının faaliyetleri, Atatürk’ün heykellerine yapılan saldırılar ve bugün de halen tartışılan Atatürk’ü Koruma Kanunu… 

Halkın geneli, bu uygulamalara karşı bir tepki göstermedi veya daha doğru bir ifadeyle ilgilenmedi.

Fakat bunların içerisinde CHP’nin mallarına el konulması dışında, Arapça ezan yasağının kaldırılması, ordunun üst kademesinde, mülki idarede, adalette yapılan düzenlemeler, bu çerçevede alınan kararlar şüphesiz en etkili olanları. Bu etkiyi Yassıada’da görüyoruz. Demek ki bu dönemde de toplumun geneli memnun olsa bile yıllarca sistemin içinde olmuş ve DP iktidarıyla birlikte de bir yerde sistemin dışına itilmiş kesim, aynı düşüncede değil. 

X. dönem yani 1954-57 arası Demokrat Parti’nin iktidara iyice ısındığı yıllardır. DP, büyük zaferle çıktığı 1954 seçimlerinin ardından ilk ciddi tartışmalara sebep olan Emeklilik Kanunu, Milletvekilleri Seçim Kanunu üzerinde tadil ve bazı maddelerin de kaldırılması ile ilgili tasarıları ve Kırşehir Kanunu'nu Meclise getirdi. Gerçekten de DP'nin iktidardayken şiddetle savunduğu bu tasarılardan bazıları, muhalefetteyken savunduğu ilkelerle örtüşmüyordu. Alınan birtakım kararlara, iktisadi problemlerin de eklenmesi, 6-7 Eylül olayları, basın özgürlüğünün zedelenmesi, hâkimler üzerinde baskılar oluşturulması gibi uygulamalar, iktidarın toplumsal desteğinin gittikçe erimesine neden oldu.

1957 seçimleri yaklaşırken ilk cepheleşme girişimi muhalefet kanadından geldi ve 19 Eylül 1957 tarihinde CHP-Hürriyet Partisi ve Cumhuriyetçi Millet Partisi arasında iş birliği toplantısı yapıldı. CHP, 27 Ekim 1957 seçimlerinde oy oranını yükseltmesine rağmen, çoğunluk sisteminin bir sonucu olarak Demokrat Parti yine iktidarda kalmayı başardı. 

1957 seçimlerinden sonra ise Türkiye’de siyasetin sertleştiği karşılıklı cepheleşmelerin ortaya çıktığı bir dönem başlamıştır. 14 Temmuz 1958 tarihinde Irak’ta bir devrim olması Türkiye’de siyaseti oldukça etkiledi. Muhalefetin “İş Birliği” adı altında ortak hareketi ardından Vatan Cephesi girişimi ile iktidarın öncülük ettiği cepheleşme geldi. Artık siyasi olarak uzlaşma zemini tamamen kaybedilmiştir. 

Muhalefet partileri arasında Milli Muhalefet Cephesi, Hürriyet Partisi’nin CHP’ye iltihak etmesi ve Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Köylü Partisi’nin birleşmesi sonucunda gerçekleşti. Bu gelişme iktidarı daha da tedirgin etmiştir. 

Çıkartılan kanunlar, artık toplumun önemli bir bölümünde de rahatsızlık yaratmaya başlıyor. Sadece toplum değil, Demokrat Parti içinde de. Daha önce X. Dönemde “İspatçılar” denilen bir grup DP’den ayrılmıştı.  XI. Dönemde, tam olarak bir grup olarak değerlendirilmese de parti içi muhalefet olarak “Yaylacıları” görüyoruz. Yaylacıları, Yassıada’da Yargılanan Trabzon Milletvekilleri I, adlı eserimde açıklamıştım. 

DP döneminde çıkartılan ve Yassıada’da antidemokratik olarak değerlendirilen uygulama ve kanunlardan bazılarını belirtelim: Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, basına yönelik kısıtlamalar, Tahkikat Komisyonu kurulması, bu komisyona yetki veren Salahiyet Kanunu, İç Tüzük Tadilatı, Hakimler Kararnamesi, Seçim Kanunu’nda yapılan düzenlemeler, Memurlar Kanunu…

Ama bunların karşısında muhalefet ne yapıyor? Buna da değinmek gerekiyor. Muhalefet hiç de uzlaşmaya çalışan bir tutum sergilemiyor. Sanki iktidarın aldığı kararlar sonucunda ortaya çıkan gerginlik veya daha doğru bir ifadeyle iktidarın hataları, muhalefete aradığı fırsatı vermiş gibidir. Bilhassa Ana Muhalefet Partisi’nin Lideri İsmet İnönü, bu fırsatı çok iyi değerlendirmiştir. Bir kere muhalefetin faaliyetlerini Meclis dışına kaydırmasını, 27 Mayıs’a gidişte önemli bir mihenk taşı olarak görüyorum. 

Büyük Taarruz gezisi, Uşak, Kayseri, Topkapı olayları, tehdide kadar varan karşılıklı sert söylemler sona doğru gidişin işaretleridir. Bundan sonrayı biliyorsunuz üniversite devreye girmiştir. Hatta üniversite en az muhalefet kadar iktidarı zorlamıştır. Üçüncü muhalefet diyorum ben buna. Asker-öğrenci birlikteliği, Harp Okulu yürüyüşü, mitingler…

27 Mayıs’a doğru gelindiğinde, İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edilmiştir. Muhalefet her şeyin farkındadır. Yaptığım sözlü görüşmelerde de teyit ettiğim için söylüyorum, DP içinde de bilhassa muhalif olan milletvekilleri, askeri müdahale konusunda bilgi sahibiydiler.  Beklenti vardı yani. Zamanını bilmiyorlardı sadece.  İstanbul Üniversitesinde meydana gelen olaylardan sonra Ali Fuat Başgil, Çankaya’ya çağrılmıştı. Burada olağanüstü toplantılar yapıldı. Son olarak Cemal Gürsel’in mektubunu da olağanüstü durumun habercisi olarak ekleyelim.

Tabi sorunun kapsamı çok geniş, mutlaka atladığım olaylar, gelişmeler vardır. Fakat bu anlattıklarımın, tarih 27 Mayıs 1960’ı gösterdiğinde Türkiye’deki siyasi ortamı anlamak için yeterli olduğunu zannediyorum.

-Peki, 27 Mayıs’ı meydana getirecek cuntalar ne zaman ve nasıl oluştu?

Cumhuriyet döneminde askerin siyasetle ilgilenme sürecini, Atatürk'ün ölümünden itibaren yaşanan gelişmelerle başlatabiliriz. Başta Harp Okulu öğrencileri olmak üzere asker, Atatürk'ün yerine kimin geçeceği konusuna ilgi gösterdi. Eğilimleri, İsmet İnönü’nün olması gerektiği yönündedir. Yani Atatürk’ten sonra İsmet Paşa’ya duydukları büyük bir sevgi, saygı ve bağlılık hissi var. DP döneminde ordu içinde alt rütbeli subayların oluşturduğu çok sayıda gizli örgütlenme vardır. Bu konuda ilk girişim, 1951 yılında Faruk Ateşdağlı’nın faaliyetleri ile başlatılır. 1952 yılında Harp Okulu Öğrencisi Muzaffer Özdağ tarafından kurulan gizli örgüt önemlidir. Bu, sadece DP iktidarına karşı değil, genel anlamda sivil iktidarlara karşı kurulmuş bir örgüttü. 27 Mayıs 1960'a kadar varlığını sürdürdüğünü ve askeri müdahaleye katıldığını ekleyelim.

27 Mayıs’ı gerçekleştiren örgütün temeli ise 1954 yılının Kasım ayında Tuzla Uçaksavar Okulunda yüzbaşı rütbeli Dündar Seyhan ile Orhan Kabibay tarafından atıldı. Bir lideri yoktur bu örgütün. Seyhan, daha sonra lider seçmedikleri için hata yaptıklarını söyleyecektir. Sonra Kore’de adını duyuran Faruk Güventürk ile temasa geçen Seyhan, Güventürk'le Harp Akademisi Örgütünü kurmuştur. Yüzbaşı Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı ve Subhi Gürsoytrak da bu örgüte üye oldular. 1955 yılının sonlarında üyelerin evlerinde düzenli toplantılar yaptılar. İstanbul’da kurulan bu örgütün başkanı olarak Faruk Güventürk seçildi. 

Ankara’da ise Kurmay Binbaşı Talat Aydemir ve Kurmay Binbaşı Sezai Okan ile Yarbay Osman Köksal ve Adnan Çelikoğlu’nu da içine alan, yeni bir oluşum ortaya çıktı. Ankara’da bir diğer örgütlenme Genelkurmay Protokol Dairesi'nde görevli Kurmay Binbaşı Sadi Kocaş ve Albay Kenan Esengil’in kurdukları ve Faruk Ateşdağlı’nın da katıldığı “Kocaş Örgütü ”dür.

1957 yılında TSK içinde komite ve örgüt enflasyonu vardır.  Bu bir tesadüf değil elbette. Siyasi gerilimle birlikte örgütleşmelerde de artış oluyor. 

Yüksek Kumanda Akademisi’nde ortaya çıkan, yine Talat Aydemir’in öncülüğünde kurulan “Aydemir Yüksek Kumanda Akademisi Örgütü”, Dündar Seyhan ile Orhan Kabibay, Ahmet Yıldız gibi subayların kurdukları, katıldıkları örgütler var. Örgütler arasında ilk ciddi temas, Dündar Seyhan ve Talat Aydemir tarafından 1957 yılında kurulmuştu. İki grup, Yakup Şevki Paşa Konağı'nda bir araya gelir ve Osman Köksal ile Alparslan Türkeş'in de vekâletini alan Aydemir başkanlığa seçilir. 1957 seçimleri öncesi kurulan üç ihtilal örgütünden ikisi, birleşerek I. Birleşik Örgütü oluştururlar. Aslında örgüt, 27 Ekim 1957 seçimleri öncesinde darbe yapmak niyetindeydi. Fakat 9 Subay Olayı sonrası faaliyetleri sekteye uğrar. Bundan sonra Güventürk etkisini kaybederken Sadi Kocaş, Alparslan Türkeş, Kabibay, Okan, Köksal gibi isimler ön plana çıkacaklardır. Sonra II. Birleşik Örgüt oluşur.

1959 yılından itibaren de örgüt, zaman hariç, darbeye karar vermiştir. Onun alt yapısını yapmakla meşguldür. Bu noktada önemli mevkilere örgüt üyelerinin getirilmesini sağlamışlar, üst kademelerden destek aramışlardır.

-Yaşanan gelişmelerin bütüncül bir sonucu olarak 27 Mayıs 1960 Darbesi gerçekleşti. Hocam O günü bize anlatır mısınız? Darbe nasıl gerçekleşti.

26 Mayıs günü Harbiye'de toplanan örgüt, ihtilal derhal yapmaya karar vermiştir. Karargâh olarak da Harp Okulu belirlenmiştir. Toplantıda Tuğgeneral Cemal Madanoğlu’nun teklifi ile ihtilalden sonra askerlerin, görev kabul etmemeleri ve iktidarın sivillere devredilmesi yönünde bir karar da alınmıştır. Harekâtın parolası “inkılap”tı. Radyodan okunacak metin, Alparslan Türkeş tarafından hazırlanmıştır. 

Ankara ve İstanbul’da sayıları 60 civarında olan örgüt mensubu subay ile onlara destek veren 150 kadar subay tarafından gece saat 03.00’da başlatılan harekât, İstanbul’da direniş olmadan gerçekleşmiştir. Fakat Orgeneral Fahri Özdilek, Menderes’in zaten istifa edeceğini söyleyerek pasif bir direniş içine girdi. Onun direnişi, 3. Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Refik Tulga’nın cuntacılara katılması ile kırıldı. 

Ankara Radyosu’ndan beklenen bildirinin okunmaması üzerine İstanbul Radyosu’ndan Ahmet Yıldız ve Orhan Erkanlı’nın hazırladıkları bir bildiri, Binbaşı Kenan Ersoy tarafından okundu. Bu saatten itibaren de radyolar, İstiklal Marşı çalarak TSK’nin tebliğini yayınlamaya başladılar.

Ankara’da Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın direnişi vardı. Buradaki harekât devam ederken Ankara Radyosu, beklenen yayınını yaptı ve radyolarını açanlar, Alparslan Türkeş’in sesinden “Dikkat… Dikkat… Muhterem vatandaşlar, Radyolarınızın başına geçiniz. Güvendiğiniz silahlı kuvvetlerinizin sesi bir dakika sonra sizlere hitap edecektir.” şeklinde başlayan bildiriyi dinleyince her şeyi öğrendiler.

Orduevi teslim alınırken gösterilen direniş üzerine patlayan silah sesleri, Çankaya Köşkü'nden duyulmuştu. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın kendisine bağlı Muhafız Alayı ile bir direnişe kalkışmasından endişe edilmişti. Bunun için tanklar, Çankaya'nın etrafında konuşlandırıldı ve toplar da Köşk’e çevrildi. Bayar, bir direniş gösterdi. Teslim olmayı reddetti, ölümü tercih etti ama bu tercihini gerçekleştirmesine izin verilmedi. Silah patlamadan elinden alındı. Onun düşmesi ile hükümet de düştü. Zaten Menderes de Kütahya’da alıkonulmuştu. Muhsin Batur onu alıp Ankara’ya Harp Okulu’na götürmekle görevlendirildi. 

27 Mayıs gerçekleştikten sonra ihtilalin lideri olan Cemal Gürsel, örgütün İstanbul kanadı tarafından İzmir'den Ankara'ya getirilir. Ankara ekibi ihtilal karargâhını Harp Okulu'ndan Genelkurmay Başkanlığı'na naklederken henüz uçakta bulunan Cemal Gürsel İstanbul, İzmir ve Ankara'ya birer askeri vali tayin edilmesi, Uşak valisinin tutuklanması, Yassıada'nın boşaltılması ve tutuklu DP'lilerin buraya gönderilmeleri gibi emirler dikte eder. Bir de il ve ilçelerde koyu partizan olarak bilinen DP'lilerin de tutuklanarak Yassıada’ya gönderilmeleri, Emniyet müdürlerinin, müdür yardımcılarının ve partizan polislerin tutuklanmasını da ekleyelim.

Gazeteler, “Türk Ordusu Vazife Başında", "Türk Ordusu İdareyi Ele Aldı",  gibi manşetlerle okuyucularına müdahaleyi duyurdular. Bundan sonraki süreçte DP'liler aleyhinde adeta bir linç kampanyası başladı.

-Albay Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan “İhtilal Bildirisinde” müdahalenin hiçbir siyasi partiye karşı gerçekleşmediğini, kardeş kavgasına son vermek adına yapıldığı ifade edilmekteydi. Ancak yaşanan tecrübeler tam tersini gösterdi. DP kurucuları ve milletvekilleri süreçte ne yaşadılar? Tutuklamalar nasıl oldu?

Müdahale açık bir şekilde iktidara karşı yapılmıştır. Bildiride ne söylendiğinin bir önemi yok bu noktada. Sonradan yön falan da değiştirdiği görüşlerine katılmıyorum. Müdahale bir zümreye karşı yapılmıştır ve o zümre de iktidar olan Demokrat Parti ve mensuplarıdır. Şunu da düzeltelim ortada öyle 1960-80 dönemindeki gibi kardeş kavgası denilebilecek çok ciddi olaylar da yoktur. İktidar ve muhalefetin tutumundan kaynaklı siyasi gerginlik vardır. Fakat bu durum bütün yurtta geçerli değildir. Yerel düzeyde çalışmalar yaptığım için biliyorum. Örneğin benim bölgemde yani Trabzon’da CHP ve DP’liler veyahut diğer partiler arasında öyle büyük gerginlikler çatışmalar olmadığı gibi ilişkiler son derece normal bir düzeydedir. Her ne kadar Vatan Cephesi girişimi, vatandaşlar arasında bir ayrıştırmaya neden olmuşsa da askeri müdahaleye gerekçe olarak gösterilen kardeş kavgasının, 27 Mayıs 1960 öncesi Türkiye’de olmadığını söyleyebiliriz.

Gelelim diğer sorunuza…

27 Mayıs sabahı Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun emekliye sevk edilmiş, yerine de Erzurum'daki Üçüncü Ordu'nun başında bulunan Ragıp Gümüşpala getirilmiştir. Gümüşpala, Gürsel’in emri doğrultusunda göreve gelir gelmez DP'lilerin tutuklatılması için gerekli girişimleri başlatmıştır. Örgüt zaten 26 Mayıs'ı 27 Mayıs'a bağlayan darbe gecesinde tutuklanacaklar için bir liste hazırlamıştı. Bu listede Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, DP Genel İdare Kurulu üyeleri, Tahkikat Komisyonu üyeleri ile bu Komisyonun kurulması için teklif verenler ve başka isimler de bulunuyordu.

Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ı tutuklama görevini General Burhanettin Uluç üstlenmişti. Başbakan Adnan Menderes, darbe olduğunda Eskişehir'deydi. 26 Mayıs gecesi şerefine verilen bir yemeğe katılmış ve son dönemde tırmanan hareketlerin sorumlularından birisi olarak gördüğü üniversitenin ve üniversite hocalarının aleyhinde ağır ifadeler kullanmıştı. Müdahaleyi de burada misafir olarak kaldığı Şeker Fabrikası'nın misafirhanesinde öğrenmiştir. Şehirden ayrılmaya karar verdi. Eskişehir Ana Jet Üssü'nde görevli Kurmay Albay Muhsin Batur, onu ve beraberindekileri takip etmiştir. Menderes, Kütahya'nın girişinde Vali ve askeri birlikler tarafından karşılandı. Muhsin Batur, Menderes’in yanına gelip ona Silahlı Kuvvetlerin yönetime el koyduğunu ve Eskişehir'e götürüleceğini söylemiştir.  Sonra da onu alıp yerine ulaştırarak, kendisine verilen görevi yerine getirmiştir.

Örgütün elindeki listede belirtilen isimler kısa sürede tutuklandı. Kimi İstanbul’da kimi Ankara’da veya başka yerlerde… Fakat ihbarlar yapılmaya başlanınca liste gittikçe genişledi.

Askeri araçla gelen subaylardan bir veya ikisi milletvekillerinin evlerine gitmişler, tutuklandıklarını onlara bildirmişlerdir. Sonra yanlarına alıp alamayacakları eşyaları söylemişler. Valizler incelenmiş evler aranmış. DP’lilere son derece saygıyla ve nazikâne bir şekilde davrananlar da olmuş, kaba ve onur kırıcı bir şekilde davrananlar da… Tutuklanan milletvekilleri askeri araçlara bindirilirken bu anı kutlamaya çeviren komşular da olmuş, üzülenler de… Yani her devirde karşımıza çıkan insan tiplerinin örnekleri o anlarda da görülmüş…

Tutuklanan DP’liler, Harp Okulu'na getirildiler. Örgütün önemli üyelerinden Cemal Madanoğlu, 27 Mayıs gecesi Harp Okulu'na geldi ve Cumhurbaşkanı Bayar'ı istifa etmeye ikna etmeye çalıştıktan sonra tutukluların fazlalığını görünce bazı kişileri serbest bıraktı. Bunlar sonradan tekrar tutuklanacaklardır. 

İlk anda yapılan açıklamaya göre hükümet üyeleri ve liderler güvenliklerinin sağlanması için alıkonulmuşlardı. Fakat böyle olmayacaktı. Aslında darbeyi gerçekleştirenlerin sonrası için bir planları yoktu. Sadece hükümet düşürülecekti. Sonra ne olacaktı? İşte bunun cevabı yok. Sivillere devredileceğine dair kararlar alınmıştı alınmasına da buna tüm örgüt üyeleri onay vermemişlerdi. O nedenle örgüt de şaşkındı. Çare arayışına gireceklerdir. 

-Bütün bunlar yaşanırken yurt içinde de 27 Mayıs’ı meşru hale getirmek adına Milli Birlik Komitesinin faaliyetleri var. Süreçte nasıl bir propaganda izlendi?

DP’liler aleyhinde müthiş bir karalama kampanyası başlatıldı. İftiralar, hakaretler, iddialar peş peşe her gün basında yer aldı. Radyodan bu minvalde yayınlar yapıldı. Düşükler, kuyruklar gibi sıfatlar yakıştırıldı DP’lilere. Hırsızlıkla suçlandılar. Hürriyet Şehitleri hadisesi, bu iftiraların çok ileri boyutudur. Donduruculara insanların atıldığı, asfaltların altına gömüldükleri bile söylendi. 

Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel ve başta Ahmet Yıldız olmak üzere üyeleri, yurt genelinde gezilere çıktılar. Halka bizzat 27 Mayıs’ı anlattılar. 

-27 Mayıs sonrası DP’liler tutuklanıp Yassıada’ya götürüldüler. Yassıada her bakımdan korunmaktaydı. Bir nevi tecrit uygulaması vardı. Haber almak oldukça zordu çünkü. Bir de elli kelimelik mektup meselesi var ki, aynı sözler hep gidip geliyor. Çünkü adada görülmeden mahkûmlara verilmiyordu. Sizin bu konuda ekleyeceğiniz bir şey var mı? Ailelerin tutuklular ile görüşmeleri nasıl yapılıyordu?

Yassıada’ya ulaştıktan sonra silahlı askerler, karşılıyor onları. Askerlerin arasından merdivenlerden çıktıktan sonra görüşme için ayrılmış bir barakaya alınıyorlar. Her milletvekili için ayrı masa ayrılmış. Her masada bir teğmen var. Konuşulanları dinliyorlar. Aileleri rahat bırakanlar da oldu can kulağıyla dinleyip müdahale edenler de. Bazı milletvekilleri, ailelerinin Yassıada’ya gelmesini istemediler. Çünkü direnç bir yerde kırılabiliyor. Ailelerinin, onları o halde görmelerini istememişlerdir herhalde.

-Yassıada’da o güne kadar görülmemiş büyüklükte bir mahkeme kuruldu. DP’liler Anayasayı İhlal Etmek suçundan yargılandılar. Adeta 10 yıllık DP iktidarı orada yargılandı. Yargılamalar nasıldı? Süreç hakkında bilgi verir misiniz?

Türk tarihinin en büyük siyasi mahkemesidir Yüksek Adalet Divanı. 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanunu'nun bazı hükümlerinin kaldırılması ve bazı hükümlerinin değiştirilmesi hakkında Geçici Kanun ile Cumhurbaşkanı, Başbakan, vekiller ile DP mensuplarını ve onların suçlarına iştirak edenleri yargılamak üzere kurulmuştur bu olağanüstü mahkeme.

DP’liler Yassıada’ya getirildikten sonra ilk olarak ifadeleri alındı. Sonra da mahkeme tarihi beklenmeye başlandı. 

Başkanı, Yargıtay 1.Ceza Dairesi Başkanı Salim Başol’du. 15 hâkim ve 9 savcıdan oluşturulan mahkemenin savcısı ise Yüksek Soruşturma Kurulu Üyesi Altay Ömer Egesel’di. Ön soruşturmalar 30 kişilik MBK tarafından seçilen ve başkanlığına Hayrettin Şakir Berk'in getirildiği Kurul tarafından yapılmıştır. 

Mahkemenin yeri olarak, adanın eski jimnastik salonu seçilmişti. Diziliş şeklini Selahaddin Karayavuz’un, yayına hazırlamış olduğum anılarında verdiği bilgilere göre tasvir edeyim. Deniz tarafı ile orta kısmın büyük bölümü sanıklara ayrılmıştı. Buranın etrafı parmaklıklarla çevriliydi. Duruşma sırasında her üç metrede bir silahlı askerler bulundurulurdu. Alfabetik sıraya göre dizilmiş olan sanıkların tam karşısında yüksek bir yerde hakimler heyeti otururdu. Onların sağında savcılar, önlerinde İstanbul Radyosu’nun spikerlerinden bazıları ile stenograflar vardı. Deniz kısmının hakimlere yakın tarafından avukatlar, onların önündeki tek kişilik masada da Ada Komutanı Tarık Güryay otururdu. Salonda amfi biçiminde sıralar dizilmişti. Buralar davetlilere ayrılmıştı. Sanıkların arkasında, onların aileleri için ayrılan küçük bir kısım vardı. Sanıkların arkalarına dönüp bakmaları yasak olduğundan ancak salona girip çıkarken aileleri ile göz göze gelebiliyorlardı.

Bir not daha, Yassıada'da tüm görüntüler, Ordu Foto Film Merkezi tarafından çekilip basına servis ediliyordu.

14 Ekim 1960 tarihinde 19 ayrı dava halinde başlayan davalar, sonradan 17’sinin birleştirilmesi ile Anayasa Davası çatısı altında sürdürülmüştür. Yassıada'da Anayasa, 6-7 Eylül Olayları, İstanbul-Ankara Olayları, Topkapı Olayları, İrtikâp-Zimmet, İstimlâk, Vinlex, Gemi, İpar, Barbara, Radyo, Örtülü Ödenek, Geyikli Olayları, Kayseri Olayları, Demokrat İzmir, Vatan Cephesi, Değirmen, Köpek ve Bebek davalarında toplamda 592 sanık yargılanmıştır.

17 davanın birleştirildiği ve esas numarası 1960/1 olan Anayasa Davası, Yassıada'daki tüm davaları sonuçlandırmıştır. Davada sanık sayısı 401’dir.  "1" numaralı sanık Celal Bayar, "2" numaralı sanık Adnan Menderes, "3" numaralı sanık Medeni Berk, "4" numaralı sanık İzzet Akçal ve  "5" numaralı sanık da Hüseyin Celal Yardımcı'dır. Dava kapsamında ceza tevkif namelerinde sanıklara isnat edilen suç, Türk Ceza Kanunu'nun vatan aleyhinde işlenen cürümleri içeren 141 ve anayasayı ihlal kapsamındaki 146/3 maddeleridir. Kanunların ve Cumhuriyet prensiplerinin ihlal edildiği, dikta rejimine gidildiği, milletvekillerinin görevlerini gerektiği gibi yapmadıkları gibi iddialar ileri sürülmüştü.

DP’liler, avukatlarının hazırladıkları savunmalar yanında kendileri de savunmalar yaptılar. Zaten Meclisin önemli bir bölümü hukukçu idi. Avukata gerek görmeyenler de olmuştu. Mahkemenin tutumu, bağımsız bir mahkeme olmadığı algısını oluşturmuştur. Bilhassa Menderes’e muhalif olmayanlara karşı son derece sert bir tutum izlenmiştir. Sağlıklı şartlarda savunmaların yapıldığını söylemek güçtür. Muhalif olan milletvekillerine ise daha çok tolerans gösterilmiştir.

Davaların sonuna gelindiğinde Başsavcı Altay Ömer Egesel, 10 Temmuz 1961 tarihinde iddianamesini okumaya başlar ve 14 Temmuz 1961 tarihinde yapılan duruşmada tamamlar. Başsavcı, Avukat Şirzad Ulusoy’un savunmasında belirttiği bir tabir var bunu söylemek istiyorum. Adeta bir ölüm makinesidir. Gerçekten sanıklarla ilgili talepleri korkunçtur. Aralarında Celal Bayar, Adnan Menderes, Medeni Berk, İzzet Akçal, Celal Yardımcı, Refik Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın bulunduğu107 sanık için idam, 281 sanığın 5 ila 15 yıl arasında hapsi ve 8 sanığın da beraatını ister.  

15 Eylül 1961 günü bu olağanüstü siyasi mahkeme kararlarını açıklar. Kararlar iddianame kadar olmasa da çok ağırdı. Adnan Menderes, Celal Bayar, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Refik Koraltan, Emin Kalafat, Agâh Erozan, Ahmet Hamdi Sancar, Bahadır Dülger, Baha Akşit, İbrahim Kirazoğlu, Nusret Kirişçioğlu, Zeki Erataman, Osman Kavrakoğlu, Rüştü Erdelhun hakkında idam kararı verilir. MBK, oy birliği ile alınan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan hakkındaki idam kararlarını onaylar. Yaş haddi sebebiyle Celal Bayar’ın ölüm cezası, oy çokluğu ile kararlar alındığı için de 12 idam kararı, müebbet hapis cezasına çevrilir. 31 sanık müebbet hapis cezasına çarptırılır. 418 sanığa 6 ay ila 20 yıl arasında değişen hapis cezaları, 123 beraat kararı verilir.

Kararlara göre sanıklar ayrılır. Ayrı gemilere bindirilirler. İdam sanıkları, İmralı’ya, Kayseri’ye gidecekler Yeşilyurt İskelesi’ne oradan Yeşilköy Havaalanı’na oradan da Kayseri’ye nakledilirler. MBK idam kararlarından üçünü onayladı. Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan, 16 Eylül’de idam edildiler.

Berrin Menderes, son bir umut eşini kurtarmak için parti liderleriyle görüşmeler yaptı. Bunlar bir sonuç vermedi. Kararlar öncesi intihar girişiminde bulunan Adnan Menderes, doktordan sağlam raporu alınır alınmaz 17 Eylül’de idam edilir. Böylece bir devir, kapanır.

-Darbeciler süratle seçime gidileceğini söylüyorlardı. Ancak 1,5 sene sonra sivil idareye bırakıldı. Sizce çıkan sonuçlara göre halk 27 Mayıs’a nasıl bir tutum sergiledi?

Gerçekten de sivillere iktidarı bırakıp çekilme taraftarıydılar. Kalmaları, üniversite profesörlerinin önerisi ile oldu. Gitmek isteyen askere, ülke yönetimini eline alacak bir komite kurmaları gerektiğini söylediler. “Darbe meşrudur, eğer yargılamazsanız ihtilal dayanaksız kalır” diyerek de DP’lilerin yargılanması gerektiğini söylediler. 

MBK ile yeni anayasanın hazırlıklarını yapmak üzere Temsilciler Meclisi ve CHP taraftarlarının hâkim olduğu Kurucu Meclis gibi oluşumlar ortaya çıktı. Kurucu Meclis tarafından hazırlanan ve nispi temsil sistemini öngören yeni seçim yasası, 9 Temmuz 1961 tarihinde referanduma sunuldu. 

Katılım oranı %81 civarıdır. Evet, oranı %62’ye yakın hayır oranı da %38’in üzerindedir. Bu sonuçları şöyle okuyabiliriz. İlk olarak Anayasa halk tarafından onaylanmıştır. Fakat 27 Mayıs’a sözle dahi olsa laf söyleyenlerin cezalandırıldığı, tutuklandığı bir ortamda hayırlar, hiç de azımsanmayacak bir orana sahiptir. Tabi referandum tarihi de bu noktada önemli. 27 Mayıs’tan ziyade sonrasında yaşananlara ciddi tepkiler var. 

“Düşük”, “kuyruk” gibi onur kırıcı, küçültücü sıfatlarla hitap ediliyor on yıl ülkeyi yönetmiş insanlara. Sonra bu insanların yarıya yakını istiklal madalyası sahibi. Cumhuriyetin kurucu kadroları arasında yer alan isimler var.  Sonra “Düşükler Yassıada’da Filmi” ciddi bir infial yarattı. Filmin çekilme nedeni, DP’lilere kötü muamele ediliyor iddialarını çürütmekti. Fakat aksi tesir yapınca yayından kaldırıldı. 

Şahsi kanaatim referandumdan ziyade 15 Ekim 1961 tarihinde yapılan Genel Seçim sonuçlarının önemli bir gösterge olduğu yönündedir. Bu seçimlerden bir ay önce üç devlet adamı idam edilmiştir. Seçim sonuçları, bir yerde “Yüksek Adalet Divanı’nın kararları, milletin vicdanında nasıl yankı bulmuştur?” sorusunun cevabıdır. Baktığımızda katılım referanduma göre yaklaşık %1 daha fazladır. 13 milyona yakın seçmenden 10 milyon küsur seçmen sandığa gidiyor. Demokrat Parti’nin mirasına sahip çıktığını açıklayan Adalet Partisi neredeyse CHP kadar oy almıştır. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ile Yeni Türkiye Partisi de Temsilciler Meclisine 13’er milletvekili sokmayı başardılar. 

-Bu sene 27 Mayıs 1960 Darbesinin 59. Yıldönümü. Bu sebeple tüm 27 Mayıs mağdurlarına ithaf ettiğimiz kitabı sizin editörlüğünüzde yoğun çalışmalar sonucunda yayınladık. Yassıada’da Yargılanan Trabzon Milletvekilleri II. Hayırlı olsun. Bu kitapta Trabzon milletvekilleri Selahattin Karayavuz ve Mahmut Goloğlu özelinden 27 Mayıs ve Yassıada gerçeğini gözler önüne sermeyi amaçladık. İki milletvekilini tercih etmenizdeki sebebi, açıklayalım dilerseniz Sayın Hocam. 

Ben kendi de adıma Mahmut Goloğlu ile ilgili şunları söyleyebilirim: Mahmut Goloğlu da en başından itibaren kendi partisine muhalefet eden bir isim. Tutumu hep aynı. Yassıada’da kurtulmak için çok sayıda milletvekili, Menderese muhalefet ettiklerini söylediler. Ancak Goloğlu, başından sonuna kadar muhalif. Yaylacı grubunun ileri gelenlerinden. Ayrıca gümrük ve tekelde çalıştığı için bu konularda Trabzonlulara destek olmaya çalışıyor. Yassıada sonrasında kendisini tarihe adıyor ve çok önemli eserlere imza atıyor. Bunlar bizim için çok önemli değerlerdir. 

Siz bu konuda ne söylemek istersiniz?

Hem Goloğlu hem de Karayavuz, kurulduğundan itibaren Demokrat Parti’nin içindeler. İkisi de teşrii dönemlerinde aktifler. Birisi muhalif diğeri Menderesçi. Ama her ikisi de inandıkları doğrulardan ödün vermeyen karakterler. Yanlış gördükleri her şeyin, devir ne olursa olsun karşısında durabiliyorlar. Doğruluğuna inandıklarını da sonuna kadar savunuyorlar. Devri anlamak için iki önemli figür olarak da görüyorum ben onları. Kısacası bu iki ismi tercih etmemizin birçok sebebi var. Zaten kitabı okuyanlar, bu tercihin nedenini çok iyi anlayacaklardır. 

- Kitabın hazırlanma aşamasında sizin “Yassıada’da Yargılanan Trabzon Milletvekilleri I” adlı eserinizde yaptığınız gibi aileler ile bağlantı kurduk. Bu süreci anlatalım arzu ederseniz. 

Ben, kitabın hazırlanması sırasında ben Mahmut Goloğlu’nun kızı Ayşe Goloğlu Soyer ile bir sözlü bir de yazılı mülakat gerçekleştirdim. Ayşe Hanım Amerika’da yaşadığı için sıklıkla mailler üzerinden irtibat kurduk. Babasına ait anıları içtenlikle anlattı. Çeşitli belgeleri benimle paylaştı. Kendisine teşekkür ediyorum. Biz çalışmalarımızı objektif tarih anlayışından uzaklaşmadan hazırlıyoruz ancak sizin de söylediğiniz gibi Yassıada çalışılacaksa sadece arşiv, gazete ve telif eserler yeterli değil. İşte bu noktada da ailelerle iletişim çok önemli. Zaten Ayşe Hanım’la irtibatı da sizin vasıtanızla kurdum. 

Siz bu süreç hakkında neler söylemek istersiniz?

İlk ciltte Hasan Polat’ın oğlu Mehmet Polat ile yaptığım görüşmede, bana Selahaddin Karayavuz’la olan ailevi yakınlıklarından söz etmişti ve oğlu Hasan Karayavuz’la iletişime geçmemi sağlamıştı. İstiklal Caddesi’ndeki Gazeteciler Cemiyeti’nde Hasan Karayavuz’la birkaç defa buluştuk. Sözlü görüşmeler yaptık. Şunu söyleyeyim Hasan Karayavuz artık benim için Selahaddin Karayavuz’un sözlü görüşme yaptığım oğlu değil sadece, ailemden bir büyüğüm gibi. Kitaba büyük ilgi gösterdi, babasına ait tüm anıları, aile albümünü ikinci görüşmede getirdi “Al kızım” dedi. “Kafana ne takılırsa sor” dedi bir de. Ben de öyle yaptım. 

Aslında ilk cildi yayınladıktan sonra ikinci cilt için ilk iletişime geçtiğim kişi Ayşe Goloğlu Soyer’di. Amerika’da yaşıyor kendisi.  Sosyal medya aracılığı ile ona ulaştım. Sonra mailleştik. Telefon görüşmelerimiz de oldu. Gerek Ayşe Hanım, gerekse Hasan Karayavuz kitaba büyük katkı sundular. Kendilerine buradan teşekkür etmek istiyorum.

-Bildiğim kadarıyla Selahattin Karayavuz’un bir hatıra defteri var. Daha önce yayınlanmamış ve ilk defa siz hazırlıyorsunuz. Burada dikkatinizi celp eden hususlar oldu mu diğer hatıratlardan farkı ne idi?

Evet, Selahaddin Karayavuz’un, oğlu Sevgili Hasan Haluk Karayavuz tarafından yayın hakları bana devredilen çok önemli iki ayrı hatıratı var. Bunları derleyip, düzenleyerek tek bir kitap halinde yayına hazırladım. Fakat henüz yayınlanmadı. Bu nedenle içeriği hakkında bilgi vermem uygun olmaz. Şu kadarını söyleyeyim çok ilginç ayrıntılar var. Demokrat Parti’nin kuruluşundan, iktidar yıllarına, Yassıada’ya Kayseri Cezaevi’ne ve biraz da sonrasına yani üç devre ışık tutuyor bu anılar. Yıllardır Yassıada, DP ve 27 Mayıs üzerinde çalışırım, sayısız hatırat ve belge okudum. Buradaki bazı bilgileri ilk defa duyduğunu belirtmeliyim. Diğer hatıratlara göre daha fazla ayrıntı içeriyor. Adlarını sıkça duyduğumuz kişilerle ilgili ilginç tespitler ve anekdotlar var. Ve bir hatırata göre oldukça objektif olduğunu söyleyebilirim. 

Hatıratı okuyunca 1940’ları, 50’leri, 27 Mayıs’ı, Yassıada’yı, Kayseri’yi, Sultanahmet’i ve Toptaşı’nı yaşamış kadar olacaksınız...

- Kitapla alakalı başka söylemek istediğiniz bir şey var mıdır? 

Yassıada gerçekten üzerinde en çok mesai harcadığım konuların başında geliyor. Çok emek verdim ve edindiğim bilgi ve tecrübeleri okurlarla buluşturarak, paylaşmayı tercih ediyorum. Seninle de çok uyumlu bir çalışma dönemi geçirdik. İkinci cildi birlikte hazırlamış olmaktan memnunum. 

-Son olarak okuyucularımıza bir mesajınız var mı?

Her yaşanmış olay, bir tecrübedir bizim için. İyi görmeli analiz etmeliyiz.  Belki yaşananlardan ders almak, belki pay çıkartmak ve belki de tekrarlanmasına engel olmak için yapmalıyız bunu. 

Son olarak “Tarih, geçmişte kalan bir bilim dalı değildir. Bugünün yolu ve geleceğin de ışığıdır” diyorum ve Sevgili Işıl, bu keyifli görüşme için sana ve Önce Vatan ailesine tekrar teşekkür ediyorum.